29 Kasım 2011 Salı

DUŞ


DUŞ

Suyu sana anlatamam.
O kadar ılık ve sarmalayıcı, dinlendiriciydi ki. Sanki bir yolculuğa çıkmıştım ve ayaklarımın altında sadece kumlar vardı. Nereye gideceğimi bilmeyen kumlarda dakikalarca dünyanın sırlarının beni yıkadığını hayal ettim.
Sabunlu sular bedenimden aktı, onu tavaf edercesine. Bu gizemli ibadetin tek tanığı duvarlardı. Kumlardan yapılan duvarlar.
Sular birden kayboldu. Yerini kum taneleri aldı. Susuz, ama ıslak… Kuru, ama yakmayan. Tenimde gıcırdamayan, vücudumun karanlıklarına saklanmayan ve beni aşındırmayan.
Altında kumların oynadığı betonlar üzerinde sörf yapan ayaklarıma sanki denge iletemiyordu bedenim. Ayaklarımla yerçekimiyle savaşan denge mefhumu arasında bir kopukluk baş göstermişti.
Kaç kere ayaklarım kayıp yere düştüysem kumlar beni o kadar havaya fırlattı.
Bu dans aşağı yukarı birkaç dakika sürdü, ama bu esnada sanki dünya da birkaç kez kurulup yıkılmıştır.
Son birkaç damlada birkaç okyanusun tuzunu ve kumunu yuttum. Susuzluğum çıldırmıştı, bütün gezegenlerdeki sıvı halindeki suları, metanı, kuvarsı ve elması yutmak ve yeniden altın halkalara çevirmek istiyordum. Suyun simyacısıydım ben.

Uyandığımda sular içindeydim. Evimi su basmıştı. Bir kuyu sanki ziyarete gelmişti beni ve evde bulamayınca not bırakmıştı kapının altından. Çeşmeleri açık bırakmıştım, ama ana vanayı bir türlü kapatamamıştım. Çeşmelerimi açık bıraktığımı unutmamın nedeni vücudumu basan terlerdi.
Tenimin hiçbir uykusunun çeşmesi yok. Rüyalarımın çeşmesi uyanıklığım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder