17 Temmuz 2025 Perşembe

Unutulan Arzular Alfabesi


“Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın.” SHAKESPEARE

AŞK  

Buralara bir yere koymuştun. Aşk, nerdeydi, yoksa unuttun mu? Gök haritanda kaçıncı dünya yılındasın, bakmaya korkuyorsun. Ne var ki tüm yaşamın boyunca, daha güzel bir duygu ve varoluş biçimi tanımadığın için çok mutlusun. Neden yaşadığını artık daha iyi biliyorsun.

BARIŞ

Çöllerden yürütmen gerekse de gemilerini, temiz bir tuz kokusu alacaksın felaketleri ve kavgaları her durduruşunda. Bu yıl ayrımında durup bir kez daha düşün, kardeşliğe ve dayanışmalara daha kolay ikna edebilmek için tüm dünya dostlarını, daha ne kadar cesur ve akılcı olmalısın?

CENNET

Karşılığı ve zıttı olmayan her mutlak mutluluk mekânı düşlediğinde tüm yanılgıların, hata paylarının da başka bir dünyaya ait olduklarını göreceksin. Sen nerdeysen orası en mutlu olacaktır.

ÇABA

Çalışmak yoracak, saatler için ve zamanın içinde işlediğin sürece. Çabalarınınsa karşılığı geç, ama zamansız ve tükenmez olan çalışmalar olduğunu bilmelisin.

DEVRİM

Değiştiremediğinde, değiştirmeyi bir kez daha, hatta sonsuz dene. Ve değiştirmeyi de değiştir, tüm başlar karanlık çukurların içine çekildiğinde. Işığın olduğu her yerde aydınlık umudu var.

ESKİ

Geçmişi hatırlarsın, fakat unutursun eskiyi. Hatırladığın sürece her şey geçmiş ve yenidir.

FAZLA

Az olmayı nasıl öğrendin? Az daha. Az sonra. Az’ı en fazla olguları pekiştirmek ve çoğaltmak için kullanıyorsan, iyi bak, aslında az yoktur.

GEÇMİŞ

Zamanın geçmesini yaratmasaydın, düşün, nasıl düz ve sıkıcı bir yer olacaktı dünya, üzerine yıkılacaktı tüm yörüngeler.

HATIRA

Orada olduğuna dair bir hafıza gözkırpması. Yüzündeki zarfın içinde sık gülümsemeler, aralıklı soru işaretleri ve durmadan ünlemler.

IŞIK

Korkularının karanlıkla yıkandığını hayal et. Kurulanınca da etrafına neşe ve güzellik saçtığını. Ve aç gözlerini. O zaman göreceksin gerçek ışıklarını kalbinin. Işık görülmez, gösterilir.

İŞ

Her şeyi masa başında anlamak ve açıklamak ne zamandır bir iş olageldi.

JALUZİ

Onu görmeyenleri görmek, onu görmek mi demektir?

KARANLIK

Orada, ışık kulesi olmuş deniz fenerlerini yitiren tüm gemiler.

LEZZET

Balık ya da kıyıdan birkaç kilometre ötede bir düşler ağı. Aç çocuk iskeleden yine geri dönüyor tatlı yengeç sepetine.

MUTLULUK

M ile başlayan kelimelerin hiçbiri mutlu değil. O da. Sırf onu düşündüğü için belki.

NEDEN

Bitti. Neden. Başlamadı. Ben. Olmadı. Sen.

ORTALAMA

Kürenin yarıçapında oturuyoruz. Dairenin çevresinden tanışıyoruz. Silindir yüksekliği kadar komşuyuz. Ortak dostumuz Pi.

ÖZLEMEK

Seni unutsam seni özlemeyi unutmuyorum. Seni özlemesem seni unutuyorum.

PARAGRAF

Uzunluk birimleri olmasa belki de sonsuz yazacağım her kısa ânı.

RESİM

Çerçevede bir aşağı yukarı yürüyorum. Müze kapanış saatine daha çok var. Yalnızlığıma.

SES

Duyuyor, ama göremiyorum seni. Yağmur tıpırtıları, pencere kanatlarının rüzgârda vurması, saksı çiçeğinin sallanması senin yankılanmaların.

ŞİİR

Bütün son dizelerinin olduğu yerde, ölüm tarihleri de taşlara kazılı.

TUTKU

Ateş pantolonun tutmayan ütüsü. Güvercin desenli mavi gömlekten gök. İkisi birbirine karışınca sessizlik büyük bir çığlık isteği.

UYKU

Ayak uçlarıma kadar yaklaştı gecenin sessiz demeçleri. Rüyayı geciktirmek için mi onca kıpırdanma, sağa sola dönmeler.

ÜTOPYA

Ay’ın da dünyada olduğu bir ülkeydi sadece istediğim. Noktalıvirgül Cumhuriyeti.

VE

Ve zamansızlık kazandı.

YAZ

“Seni ve yazı seviyordum.  Yaz, seç dedi bana o mu bu mu yoksa geçen yaz mıyım
Senin adının geçmesi için bir yazın içinde serbest bıraktım seni ve bunu anlamadın”  *

ZAMAN

Geçti. Sondu. Yarındı, tüm ertelemelerin ortak adı.

*) Yaz

7 Ocak 2025 Salı

İstanbul'un Gece Yakası

Foto: Şevket ŞAHİNTAŞ
Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Yakalarımı kaldırmış kış mevsiminin erken bir yaz sıcağı içine adamakıllı saklandığı bir havada Beyoğlu'nun girişine doğru yaklaşıyorum.
Az sonra, içinden bir günde ortalama dört yüz bin kişinin "geçtiği" bir atardamarın sadece ayak tozuyla tıkanmış cidarları içinde yuvarlanıyor olacağım. Bütün adreslerin tek bir semt adıyla anıldığı bu damarın içinde, aynı kalbin atışlarını ileten sosyal bir sıvının partikülleri arasında yuvarlanırken değil bir adres aramak, ya da bir adrese ait olmak, etrafa bakmak bile beyhude!
Burası bir bar önü. Bir cafe de olabilirdi. Ya da bir meyhane. Buraya her zaman uğrayıp uğramadığımı bile bilmiyorum. Genellikle bar, cafe ya da meyhane arasında kesin bir seçim yapmadığımdan olsa gerek, gezindiğim mekanlar arasında görüntüsü ya da çekiciliğiyle aklımda kalmış ya da "her zaman buradayım" dedirten bir yer hemen hemen yok gibi. Çok tuhaf. Bu tekdüze duyguya rağmen, bu semtteki bütün mekan adreslerinin tek bir isimle çağrılmasına rağmen, hiçbir zaman "homojen" bir yapının içinde asılı kaldığım gibi bir duyguya da kapılmadım.
Her zamanki masama oturuyorum; pencerenin önünde ya da duvarın yanında. Hava tam anlamıyla kararmış. Bunu ışıklardan anlıyorum.
Oturduğum yerden caddeyi izliyorum; ya da sokağı... Neredeyse on yıldan bu yana sivil trafiğe kapalı olan İstiklal Caddesi'ni dikey olarak taksiler, özel otomobiller keserken; cadde boyunca bir aşağı bir yukarı resmi arabalar gidip geliyor. Farları da beceremiyor orada, bizimle olduklarını kanıtlamaya. Oysa kanıtlamak yerine anlatmaları yeterliydi.
Tehlike kelimesini düşünürken aslında İstanbul'a "sonradan" geldiğimi hatırlıyorum. Ne yazık ki genellikle bazı kelimelerin geceleri oynadığı oyunlarla kafamı kurcalıyor bu aidiyet cümbüşü.
Karnaval kelimesini düşünmüyorum; ona bakıyorum. Caddeden gelip geçenlerin, metal para sandıklarından para çekenlerin; lotarya ve sinema kuyruklarının; köfte ve dönerci dumanlarının; kapanmış gazete bayilerinin; şekerlemecilerin ve tuhafiyecilerin; giyim mağazalarının oluşturduğu iki duvar arasında sokaklardan gelmeyen ama sokakları ve sokakların karanlığını besleyen bir kalabalık "aşağı" doğru, tünelin sonuna ve "girişine" doğru akıp gidiyor.
Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

Heryerdelik (omnipresence) ve alibi; yani olay sırasında orada olmadığını kanıtlama durumu.
İstanbul'un bir başka ucu olan "gece yakası"nı bu iki kavramın kapsayıcılığı altında anlatmak için düşünmeye başlıyorum.
Gözümün önüne ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir"indeki yazısında İstanbul üzerine sözleri geliyor:
"Bir İstanbul'lunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiidir"
Eğlence ve yaşam imkanlarının heryerdeliği karşısında bir İstanbullunun bu imkanların her biri sırasında orada bulunmama durumunu kanıtlayan sözler bunlar.
Üç aşağı beş yukarı herkes anlaşmıştır İstanbul'un bir gece şehri olduğunda... Gündüzleri dişil ve kent'tir İstanbul. Aura'sı su ve topraktan oluşan her şehir gibi. Geceleri ise bir tepesinden diğer tepesine bakıldığında yatağına yatmak üzere usul usul soyunan bir kadın; ama az sonra yaramaz bir oğul gibi herkesin yatmasını bekledikten sonra pencereyi açacak ve kendini gecenin karanlığına salacaktır.
Sabaha kadar sürecek olan İstanbul gecesinin anatomisinde; denizin ve kıyıların; köprülerin ve iskelelerin; camilerin ve meyhanelerin olduğu kadar bunları yapan insanın da takvimi saklıdır. Tanpınar'ın deyimiyle eski günlerde bir "terkip"ten oluşan İstanbul yerini sürekli olarak bir başka terkibe bırakıyor. Bu karışımın rengi geceleri suda parıldayan bir kömür karası. Parıltıların arasından seçilebilen insan hikayeleri, İstanbul gecesinin edebi uzuvları arasında yol bulmaya ve şehrin bir parçası olmaya çalışıyor. Gelgelelim, kolektif zamandan başka bir değişim aracı tanımayan şehir, gündüzlerinde, bireysel takvimleri toptan reddediyor; çünkü İstanbul, günışığında endüstrinin, ticaretin, trafiğin ve denizin mekanı. Gece ise bireysel takvimler sahne alıyor; hiçbir el rehberinin tarif edemediği yokuşlarda, hiçbir krokinin çizemediği sokak kıvrımlarında ve hiçbir tarifin bulamadığı hanelerde İstanbul'un gece yakası soluk alıyor.
Beyoğlu'nda gezmek; eğlenmek için gezmek her zaman için Beyoğlu'nda olmanın bir adım gerisinde olmuştur; çünkü nasıl benzerlik aynılık değilse, Beyoğlu'nda olmak, bir süre sorunu olarak Beyoğlu'nda olmak değildir.
Sayıları değişmese de, açılan her mekan kapısında yeni ve bilinmeyen bir kart ortaya sürülür. Süreye bağlı olarak oyuncular ve oyun sürekli olarak değişir. Beyoğlu'nda gezerken eğlence denen oyunun da sürekli değişmesi Beyoğlu'nu farklılaştıran bir ritim ve yaşam vurgusudur.

Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Gideceğim yerin ve orada kimlerin olduğun bir önemi yok. Çünkü ben İstanbul'da zamanı geçirmenin bir zorunluluğu olarak Beyoğlu'na eğlenmeye gidiyorum.

14 Aralık 2024 Cumartesi

Nuovo Cinema Paradiso: Çocukluğun hiç geri dönmeyen masumiyeti


20. yaşı için oğlum Can'a

Çocukluk en neşeli yalnızlığımız.
Uzun sürmez. Kış çabuk gelir. Sorumluluklar, kimlikler. Çabucak büyütülürüz. Bu acele yüzünden çocukluğun masumiyeti hemen bizden uzaklaşır.

Nuovo Cinema Paradiso'yu ilk izlediğimde farkında değildim. Benzeri bir daha asla gelmeyecekti. Tıpkı otuz yıl boyunca kasabasına geri dönmeyen küçük Salvatore (Toto) gibi.
Daha çok bilinen adıyla Cinema Paradiso'yu sineması olmayan bir şehirde ilk kez izlemiş olmalıyım. Televizyonda elbette. Orada gereğinden fazla yaşamıştım ve bana bahşettiği dönemin yoğunluğuyla yaptığım şeyler arasında neredeyse bir kitap boyutunda yazıları da katabilirim.
Yazılar elbette Cinema Paradiso ve dolayları hakkındaydı: Taşra, taşralılık, metropol, sanat ve dönüş kavramları üzerine. O zamanlar adeta Dönüş kavramının kıskacı altındaydım. Nereye gitsem hep dönüyordum bir yere, çünkü geldiğim bir yer, çıktığım bir tekvin yoktu. Memleketsizdim. Üstelik bu sorun bile değildi. Akrabalık yok sayılırdı. Hep göçmendik ve her gittiğimiz yere döndüğümüzü sanıyorduk, ama ortada ne gurbet ne de sıla vardı.

Cinema Paradiso içimdeki Dönüş kaderini anlamam ve ona bağlanmamam için çekilmişti adeta.
Bugün geri dönüp baktığımda filmin hikâyesinin zamana karşı yolculuğa çıkan bir başlangıç olduğunu kavrayabiliyorum. Filmle birlikte aslında kültürel tarihlerimizde doğduğumuz ama doyamadığımız yerleri terketme konusunda uzun ve zorlu bir anlatı çalışması da yola çıkmıştı. Bir ağacın dalları, bir deltanın kolları ölçüsünde bu hikâye filmden çok uzağa -ki enfes ve unutulmaz film müziklerinin de etkisiyle- ulaştı, yayıldı, çeşitlendi ve kendini çok aştı. Ve Cinema Paradiso sinema sanatının yüz yıllık eşdoğrultulu sanat arayışında da popülerlik ve estetik kaygıları arasında nitelikli bir şekilde durmaya devam ediyor.

Cinema Paradiso filmine çocukluk gözüyle baktığımızda acımasız yetişkinlik kaderini görürüz. Bu açıdır hepimizi doğduğumuz topraklardan ötelere gönderen; oralardan hiç gidemesek bile. Neden mi, çünkü yetişkinlik umutsuzdur ve direndiği tek şey yaşlılıktır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yetişkinlikle yaşlılık arasında sürekli olarak mesafe ve örtüşme bakımından bir düzensizlik hâkimdir. Anlayamadığımız ve göremediğimiz için görmez ve sorgulamayız, yaşlılık yetişkinliğin bir çeşidi midir yoksa her yetişkin yaşlı mıdır... bilemeyiz.

Cinema Paradiso masum çocukluğun yetişkinlerce öldürülmesidir. Sinema gibi muazzam bir olgu köyüne kasabana kadar gelir, ama egemenlerin eline geçer hemen; tıpkı matbaanın, gazetenin, televizyonun ve diğer bütün bilimsel yeniliklerin ele geçirilmesinde olduğu gibi. Sinema, sanki evlerimizin her yere açılan ikinci kapısıdır. Mimari kapı bizi dışarı çıkarırken, sinema kapısı her açıldığında başka bir mucizeye, felakete ya da unutuşa bizi yönlendirir. Küçük kasabanıza aniden giren sinema sizden hemen yeni bir mabed kapalılığı talep ederken kendine bir de isim arar. Bu isim taşra egemenlerinin egemen dillerinin en çok kullanılan birkaç kelimesinde yatmaktadır. Paradiso, yani cennet... İşte bulunmuştur sinemanın adı. Gerisi çok da önemli değildir, ama bugünden baktığımızda Cinema Paradiso sinema mabedlerinin ilk azizidir, hem film hem de düşsel bir mekan olarak.

Cinema Paradiso'dan 20 yıl sonra, aradan geçen zamanın filmi nereye getirdiğinden çok bu zamanda sinemanın ulaştığı duyarlılık noktalarından bu filme bakmak sanırım çok daha önemli. Sinema, insanın modern yolculuğu, kültürel sonuçlar ve sosyal gelişmeler yönünden metropol-taşra ikiliği, artık bir ikilem olmanın uzağında, hem yer değiştirmiş olmaları hem de birbirlerine benzemenin ötesine geçmiş olmalarını da kavramamıza yaramıştır. Taşrada mabedden modernliğe, insanın ortak yaşamında başlayan bütün yapıların kentten kasabaya doğru akışında her zaman bir yanlış anlama, büyükkentten gelen yeniliği taşranın devamında sıva harcı olarak kullanma eğilimi, onu taşra yapan tek nedendir zira. Kasaba, sanıldığı gibi kent olmaya çalışmaz; aksine onunla çatışır ve bunu ondan yararlanmaya çalışarak yaptığına inanır. Birbirlerine benzemenin ötesine geçmeleri de taşra ile metropolün nüfus ve sosyal karmaşalar çoğaldıkça dejenere olmalarıyla açıklanabilir.

Sinema acaba Cinema Paradiso'dan beri başka ne gibi duyarlılık noktaları yaratarak kasabalar, kentler ve metropoller arasındaki bu hazımsız ve hiçbir yola çıkmayan kör ilişkileri en azından aydınlatmaya devam etti? Ya da sinema ne denli adına tersine dromomaninin (seyahat hastalığı)  yarattığı bu kördöğüşünün farkında?