çocukluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocukluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2020 Perşembe

Çocuk Partisi Artık Kurulsun !!!

Huckleberry Finn filminden (1974)

Bir çocuk kalbi unutur, ama asla affetmez. 
José Mauro de Vasconcelos, Şeker Portakalı

Çocuk partisi nedir?

Çocukken hep çocuk kalmakta kararlıydım. Şimdi nasıl yaşlılığı bilmiyorsam -ve yaşlılar da genç olmayı bilmiyorlarsa, ki unuttuklarını düşünüyorum hep, Orson Welles'in I know what it is to be young şarkısı ne derse desin- o zaman da yetişkinliği bilmiyordum.

Yetişkinlik, çocukluğun kapısını çalan kötü bir haberdir. Haber, onu alınca eskisi gibi olamayacağınıza dairdir. Yalandır. Buna inanın inanmayın, ama kapıyı açtıysanız haberin tuzağına düşmüşsünüzdür.

Bu yüzden yetişkinler hep çocuklara kapıları açtırırlar, çünkü onlar da bıkkınlıkla sabırsızca o kötü haberin bir gün bir an önce gelip çocukların hızla büyümesini isterler.

Çocukluğunuzu terk edemezsiniz, ama kurtulabilirsiniz ondan: Kaçarak.
Kaçanları hepimiz biliyoruz: Oyunun en güzel yerinde oyuncağını alıp gidenler, topunu alıp gidenler; toplarımızı kesilmesine neden olan ve hep dışlandığını düşünen kenar çocukları; zevkle sokakta oyun oynarken dışardan gelip kıskançlık içinde oyunlarımızı bozanlar, bilyelerimizi gasp edenler. Bu küçük yaşın yetişkinliğine çok erken teslim olmuş kaçaklar yetişkinlik safsatasını direğine bayrak çekip gölgelerini bir ömür boyu çocukluklarımızından eksik etmezler.

Çocuk partisi nasıl kurulur?

Çocukken, Çocuklar Partisi genel başkan adayı olarak -çünkü henüz seçimlere girmemiştim- bu gerçeklerin farkındaydım. Bunları unutabileceğimi de biliyordum, ama günün birinde, belki de şimdi, hatırlayacağımdan adım gibi emindim.

Bu konu hakkında bir gün yazmak, Çocuklar Partisi'ni kurmak ve iktidara gelmek ya da çember çevirmek  kadar önemli benim için. Gittiğim her seçim mitinginde, liderlere muzip bakışlar fırlatırken, günlerinin sayılı olduğunu, iktidarımıza çok az kaldığını söylerdim içimden, hınzırca. Ben küçükken, siyasi partilerin televizyonu, erişim ağı ve sosyal medyası seçim meydanlarıydı. Liderler mecburen gençlerden seçiliyordu, çünkü bütün ülkeyi hakkıyla gezmek için fazla yorulmamaları gerekiyordu. Öte yandan başkanı ve seçmenleri çocuk olan bir partide kim yorulabilirdi ki? Aksine gece gündüz demeden sürerdi kampanyalar; ağaçlarda, parklarda, futbol arsalarında, su birikintilerde, saçak altlarında, arka bahçelerde ve okul bahçelerinde. Eminim, milli eğitim bakanı rekabet amacıyla okul saatlerini uzatır, haftasonları da ders koydurturdu parti çalışmalarımızı engellemek için. Ya da içişleri bakanı çocuk polislerini, adalet bakanı ise çocuk mahkemeleri devreye sokarlar, bu mini devrimi önlemeye çalışırlardı "demokratik" ölçüler içerisinde. Asla kışkırtmalara ve casus faaliyetlerine kapılmaz, içimizdeki hainleri kırmızıya boyayarak ya da suyla ıslatarak deşifre ederdik. Oyunlarımızı bozanlar olasılıkla içimize sızarak çocuk rolü yapmak suretiyle gizli taktik ve tedbirlerimizi yetişkinlerin partilerine bildirmek isteyeceklerdi hiç kuşkusuz. Buna engel olmaya tenezzül bile etmezdik, zira her akşamı ve geceyi zaten ebeveynlerimiz olan ve doğduklarından beri aynı partiye oy veren yetişkinlerle yaşadığımızdan bize dair her türlü bilgiyi almaları her zaman an meselesiydi.

Çocuk partisi nasıl iktidara gelir?

Derken o yaş meselesi seçimlere birkaç gün kala gündeme gelir, yüksek seçim kuruluna yaptığımız itirazlar sonuç vermez ve o seçime de yine kabul edilmezdik. Ama yılmazdık hemen, çünkü yaşamak en büyük siyasetti ve çocuk kalmak da en modern ve sosyal siyasi rejimdi. Çocukluğun sadece başımızdan geçen bir hezeyan ya da bitmesi gereken bir dönem olmadığına inanan bizler bu gizli siyaseti içimizde yaşatmaya devam edecek ve çocukluk günün birinde yasaklansa bile onun özgürlüğümüzün en temel bileşeni olduğunda sürekli ısrar edecektik.

Şimdi etrafıma baktığımda çocukluğumdan başka bir şey göremiyorum. Tam da çocukken anladığım gibi. Aynı zaman bir manyetik alan da olan çocukluğum, bu alana giren ve burada olan her şeyi, yaydıkları renk ve ışımaya göre tanımamı da sağlıyor. Bu durumda hiç kimsenin süslü kelimeler etmesine, yalan söylemesine, rol yapmasına gerek yok. Bu alana ancak çocukluğunuzla gelir ve ağırlanırsınız.




31 Ağustos 2019 Cumartesi

Şarap ve Kitap Törenleri


Evet çocukluğumda şarap da yaptım. Aşağı yukarı yazı yazmaya başladığım zamanlara denk geliyordu bu.

Okuyanlar iyi bilir, Mark Twain'in haşarı kahramanı Huckleberry Finn'in piposuna çok özeniyordum o zamanlar: Mısır koçanından ve boş tükenmez kalemden imal ettiğim pipoma kuru yaprakları doldurup yakarken bir şeyin eksikliğini duymuş olmalıyım ki yaklaşık bir kilogram üzümden ellerimle sıktığım üzüm suyuyla doldurduğum şişenin loş bir yerde günlerce mayalanmasını izlemek ve sabredememek...

Çünkü pipom hemen sönerdi hatta erirdi de ya da yanardı. Yüzüm gözüm duman, is, ciğerlerim talan... Hiç bekleyemezdim...

Ama gözyaşlarımın arasından eminin H. Finn'in o yaramaz çocuk bakışları fırlardı. Hiç bıkmazdım bunları yeniden yeniden yapmaktan.

Ama yaptığım şarap mıydı yoksa acılaşmış mayalanmış meyve suyu mu bilemiyorum. Üzerindeki beyaz kabarcıklar yüzünden içememiştim, ne var ki yazmaya devam ettim çocukken. İlk şiirim Dünya gazetesinde Çocukluğumu Hatırlıyorum başlığıyla çıkmıştı ve ilk bilimkurgu şairi bendim belki de dünyanın.

Kitaplar gezegenindeki başdöndürücü seyahat bazen 80 gün de sürüyordu iki yıl da. Hem Afacan'dım hem de Gizli ve 7'den çok işler peşindeydim. Abilerimiz ablalarımız sokaklarda birbirlerini parkalar içinde ve pos(t)-"idealist" bıyıklarla kovalıyorlardı. Çocukluğumun kalın cam zırhı içinde dünya pespembeydi. O cam saf, iyi ve doğru olmayan ne varsa içeri almıyordu tıpkı atmosferimiz gibi beni, dünyamı koruyordu.

Yıllar sonra bir şarap kadehiyle birbirimize baktığımızda yerde cam kırıkları gördüm. Sağım solum her yerim cam kırıkları. Ve kırık sayısı kadar yara. O cam kırıklarını bir yerden hatırlıyordum. Onlar,
çocukluğumun kırılan parçalanan atmosferiydi ve saçılanlar ise beni koruyan manyetik alanlar.

Şarap kadehiyle birbirimize ait olmadığımızı anlamamız ilk değildi. O, bu dünyadandı; bense değildim bile. O doğaydı, ben uygarlık. O kültürdü, ben savaş. O ne kadar doğru diyorsa, ben yalanlardım. O asla gerçek demezdi ve her gerçek için bir mercek önerirdi. Bense bakmayı, görmeye tercih ettim hep. Her gerçeğe ayrı bir dünya tasarladım ve uzaya kapıldım, evreni göremedim.

Şarap duygular, dedi ben akıl. Bu son icadımla övünürken Apollon'luğa özendim. O ise Dionyssos törenlerini benim için yine başlatmak istiyordu: Benim dünyaya gelişimi her gün ve gece kutlamak için... Ve onu göremedim ve onu bulamayınca ona saldırdım; kırdım döktüm saçtım, dünyayı aklımla bu hale getirdim.

Şimdi bütün kitapları yeniden okumalıyım...




13 Mart 2019 Çarşamba

Genç bir yazara öğütler



Bookmarks – Page 4 – Scribble & Stitch


Öldürmeyeceksin der baştan itibaren bütün kutsal kitaplar. Öldürmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden nasıl öldürmeyeceksin?
Bir yolu var. O da ölmekten geçer.

Bütün yasalar, kurallar, dersler ve öğütler bazı şeyleri deneyimlemeden yapmanı söyler. Söyleyenlerin yaptığı ve deneyimlediği ortadayken, onlar bunları yapmışken nasıl onlara güvenebilirsin?

Herkes senin ne yaptığını yaşadığını merak ederken kime ne senin dünyaya bakışından.

Herkes aynı dünyaya bakar aynı şeyleri görür, belki senden daha iyi görür ve yorumlar, ama bunu anlamak için sana ihtiyacı vardır.

Her gün bir mektup yaz. Zarfa ne yazarsan yaz mektuplarının hiçbir yere ulaşmadıklarını, gönderen adresi olmadığı halde bütün mektupların sana döndüğünü ve açamadığını göreceksin.

Çocukluğunu ara, kaybolduğunu anlamak için. Bunu anladıktan sonra kaybolmuş olmak seni rahatsız etmeyecek. İhtiyacın olan cesaret değil, anladığın korkularınla yaşama gücü.

Dışarı çıkarken şiirden ve kendinden uzak dur. İçeride zaten her şey şiirden ibarettir. Günahlarını kendine sakla.

Her salgını düşünce sanma, her düşünceni de salma; bırak sıralarını zamanlarını beklesinler veya bir ömür boyu sussunlar.

Hayatını toparlayıp bir aynaya hapsederek ona karşıdan bak ya da kabul et yalnızlığını, kaybolduğunu.

Çölünün rüzgarından yön bekleme. Kuma suyu sorma. Suya geldiği yeri söylet.


Genç bir yazara öğütler 2

31 Aralık 2017 Pazar

Kumdan Kalenin Kalecisi


Oğlu ile amcasının kumsalda kumdan kale yapmalarını gülümseyerek izlerken aklına iki kumdan tümsek geldi.
Çıplak çocuk ayaklarıyla inşa edilmiş, yaklaşık iki çocuk boyunda bir kalenin arada sık sık bozulacağı düşünülerek özensizce yapılmış bir arsa futbolu kalesiydi bu.
O bölge geçmişte genellikle bataklıktı. Deniz zamanla çekilince toprak hazırlıksız yakalanmış ve kendini tamamen kumlara teslim etmişti.
Ama bu arsa efsunlanmış gibiydi. Etrafında yıllar yılı gelişen onca inşaat ve turizm hareketine rağmen arsaya pek dokunulmamıştı. Ya devlete ait bir kamu arsası ya da varislerinin bile uğramadığı pek önemsenmeyen bir özel taşınmaz mülktü burası. Etrafı, ne bitişikteki Mocamp gibi telörgüyle çevrilmiş ne de karşı kalenin hemen arkasındaki pansiyon bahçesi duvarı gibi hürmetsizce yükseltilmemişti. Şurası kesindi ki belki de bu sayfiye kasabasının son futbol arsalarından birisi olmaya namzetti burası.
Ayakları çıplak olan çocuk iki kumdan direğin tam ortasına gelip hem kale genişliğini hem de direklerin yirmi santimi bile geçmeyen ama havaya doğru hayali olarak çekilmiş çizgilere yol açan kumul cüsselerini kontrol etti. Ne kramponu, spor ayakkabısı ne de eldivenleri vardı. Bu yaz sıcağında akşamın alacakaranlığına doğru havanın biraz serinlemesi ve meltemin bile esmesi onda bir kaleci kazağı kadar etki yaratacağı kesindi.
Derken beklediği oldu. Güneşin o akşam üzeri sanki daha erken batacak gibi acelesi vardı ve akşam meltemi de bunu onaylamak için esmeye başlamıştı.
Kumdan kalenin tam ortasındaki çocuk büyük ve gerçek bir kale hayal etti. Bir gün bu arsa sahaları yerini tribünlü çim sahalara -toprak bile olurdu- bırakacaktı. Futbolu çok seviyordu. Futbol olmasa arkadaşlarını bile göremeyecekti neredeyse; belki de hiç arkadaşı olmayacaktı. Özellikle yazları okul arkadaşları hepsi bir yerlere gider ortalıkta görünmezlerdi. Ama futbolun coşkusuyla tatil günlerinde vücutları ve ruhları kıpırtıyla kıvranan çocuklar nerden geldiği belli olmayan sevecen bir tanıdıklıkla, bütün çocukların gözlerinde aynı ışıltılara, yüzlerinde gülümsemelere yol açardı. Top kimindi, nereden gelirdi bilinmez. Top oynamak isteği olunca o mutlaka ortaya çıkardı. Ya aralarında para toplarlar ve bir bakkalın kapısını çalarlardı ya da okuldan bir arkadaşın yazlık bahçesinde unutulmuş bir meşin yuvarlağa eller tutkuyla uzanırdı.
Hayalindeki kalede yan ve üst direkler camdandı. En gözüpek şekilde direklere doğru gelen toplara uzanabilir, pamuk yumuşaklığındaki bu şeffaf kale bedenlerine kardeşçe dokunabilirdi. Hayal de olsa direkler ona cesaret vermenin dışında haksız durumlar yaratmaksızın kendi işlerini düzgünce yaparlardı. Çünkü onun direkleriydi onlar; onun dürüstlük ve hak anlayışının, doğruluk sevgisinin direkleri.
Gözü nedense sahanın içine kaydı. Havanın kararmaya başladığını fark etti. Çok parlak olmasa da birazdan yol lambaları kendiliğinden yanacaktı.
O gün havanın çok sıcak olacağını  biliyorlardı ve gece maçına karar kılmışlardı arkadaşlarıyla; ama nedense çocuk bunu unutmuş gibi kendini daha erken kum sahaya gelmeye ikna etmişti. Vakti vardı, üstelik yapacak başka hiçbir şeyi de yoktu.
Biraz daha soğuyan kale zeminindeki kum tabakası ayak parmaklarına daha serin geliyordu şimdi.
Kumu kazmaya başladı farkına varmadan. Kazdıkça serin ve nemli tabakaya ulaştı. Sonra elleriyle kale duvarları yapmaya başladı.
Az ileriden oğlunun sesi geliyordu:

-Baba, babacım. Bizim kalemiz bitti. Hadi seninle de bir kale yapalım...

28 Ekim 2016 Cuma

Genç bir yazara öğütler 5


Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?

Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin  yakasından.

Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.

İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.

Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.

Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.

Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.

Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.

Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.

Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.


9 Eylül 2014 Salı

Genç bir yazara öğütler 2


– YENİ YAZARLAR NASIL KURTULUR? olsun mu adı yazının sevgili genç yazar arkadaşım. Siz tavsiye değil tadilat kuşağısınız yani siz onaracaksınız her şeyi.
– Maalesef…

– Neden mi böyle düşündüm? Enkazın dibindesiniz de ondan; ve ellerindeki morluklar yumruk değil moloz parçaları
– Sanki her yerden yumruk yiyorum şu an.

– Bugünlerde kendini öğrenci sanan yazarı uyandırmam gerekiyor… Bunun için bir şeyler hatırlamalıyım. Ben hala 23 yaşında Pipo&Sakal Yayınları’na öykü dosyasını gönderip olumlu haber bekleyen o genç yazarı yaşatıyorum içimde. Red mektubu gelmiş olsa da onu açmamış mesajı almamış gibi yapıyorum… Bekliyorum belki hala benim için bile, iyi ve güzel olduğunu hissettiğim bir dünya ve orada benim okurlarıma da sıra gelecek.
– Red mektubu gerçekten de aldınız mı?

– Red mektubu almış da olsam o tümden bir red değildi. Yaptığım işin, yani yazarlığın öğretilebilir bir şey olduğunu kimsenin düşünmediği bir zamandı. Kimse talebe ya da hoca değildi. Ortada ciddi bir sınav endişesi de yoktu. Doğrular ve yanlışlar da…
– Demek o kadar az sayıda kişi yazıyordu…

– Haklı olabilirsin. Adaylar çoğalınca mı bilgi aranılan bir kriter olur? Bunu böyle düşünmemiştim… Az olduğumuzu düşünmüyorum. Belki toplandığımız, seyrettiğimiz ve görüldüğümüz yerler azdı. Azlık bir kriterdi. Az bulunan şeylerde yer almanın iyi olduğu düşünülüyordu.
– Az kişinin yaptığı şeyi yapmam gurur verici olmalı…

– Yapanlardan çok kalanlar üzerine düşünmeyi tercih ediyorum burada genç arkadaşım. Kalanların başka bir dilde yazdıklarını da açıkça söylemek gerekiyor şimdi, büyük bir itiraf gibi. Geleceğin dilidir bu. Her dilde bulunan bir zaman kipinden çok bir dilbilgisi ve sözdizini karışımıdır. Öncelikle bunu anlamalısın.
– O dili öğrenmek isterdim, ama nedense öğrenme yerine anlamayı tercih ettiğinizi düşündürmeyi seviyorsunuz.

– Yazarlar bir tek o dilde yazarlar. Söylemek istediğim bu.
– Çok masalsı geldi şimdi bana. O dili bulmalıyım sanki, bunu anlıyorum. Ya da bende o dil ya var ya yoktur’u… Hiçbir seçimimin kar etmeyeceği bir durum sözkonusu.

– O dilin nereden eseceğini, yağacağını, duracağını bilmemiz zor görünüyor. Ateş, su, toprak, hava ya da sıvı katı gaz halinde de bulunabilir.
– Doğa demek istiyorsunuz.

– Demek istemiyorum, diyorum.
– Yani ben yaşamaya devam edeyim o gelir beni bulur, bunun gibi bir tevekkül hali… Anlamaya başlıyorum galiba.

– Ben asla bunu demek istemedim. Aramakla beklemekle bulunabilecek bir yer ya da bir formül etrafında döndükçe zaman kaybediyoruz. Belki de en anlamlı cevap şimdilik bu. Keza yazar terennümleri, kitap adları, bilgelik sözleri bunlar da bizi daima uzaklara fırlatan şeyler… Sakınmalı mı uzak mı durmalı, bu daha çok onların sende bulduğu çekimlere dair konular. Çekim alanlarına girmeye hazırsan girersin. Şu an hala bir açıklama yapmış bir şey göstermiş gibi görünmekten son derece korkuyorum. Gençlik iksiri mi zehiri mi demeli bilemiyorum….
– Genç yazarların işi zor diyorsunuz. Bunu anlıyorum.

– Merak ettiğim bundan sonra ne yapacaksın?
– Bu andan sonra… Hmmm… Bilmem ne yapmalı… Sanırım daha çok soru sormaya çalışacağım. Altın aradığımı fark etmeme yol açtınız ya da bunun dışında bir şey yaptığıma. Yazma eyleminin bir alegori yazınınsa bir metafor olduğunu bilmek, sadece bunun doğru olduğunu bilmek beni çok rahatlatırdı. Sanırım önümde birçok yol ve seçenek var. Ne yaptığımı, yaptığımın ne olduğunu sormak onları anlamama, bilmeme yol açmıyor ve sanıyorum ki yazdıkça sorular daha da cevapsız kalıyor. Bu karmaşıklığı sevmem gerekiyor bir yandan da. Öte yandan doğru yolda olduğumu birisi neden söylemesin bunu anlamakta zorlanıyorum ve neden bu yolda gitmenin bir anahtarı ve geçerli bir nedeni olmasın? Çok mu zor?

– Genç arkadaşım şunu bil ki bu yaşlı kalem, birkaç beylik yazar, kitap, akım ya da yöntem adı söyleyip karanlıkta bırakmaya devam etmekten daha çok önemsiyor seni. Seni tanımıyorum ve bu da en büyük nedenim. Sen yabancı kaldıkça daha çok özgürleşeceksin ve belki de yansıtman gereken en büyük güneş ışığı da bu olmalı. Özgürleş genç yazar arkadaşım, artacak, artakalacaksın…
* Meraklısı için Genç Bir Yazara Öğütler  1

2 Mayıs 2013 Perşembe

Annem artık haberleri ve dizileri izlemiyor

TRT gibi kadın

İnsanın okul öğretmeni annesi olursa ona hiç şüphesiz hayatı boyunca farklı bakıyor. Şefkat ile güven ilişkisi içinde gidip gelen anne-çocuk bedeni arasında bilgiye dayalı bir kanal da açılıyor.
Bu sebepten annem, hayatım boyunca benim tek medyam olmuştur. Ben hep onu izledim. Başka yerlere de baktım: Başka kanallara, programlara, reklamlara, ama sadece bakmakla yetindim. Eskilerin tabiriiyle annem "TRT gibi" kadındı...
Burada 70-80 ve 90'lı yılların TRT'sine gönderme yaptığımı bu yazıyı okuyan herkes kesinlikle bilecektir. Annemin de uzun zamandır devlet kanallarına bakmadığı bilinen ayrı bir gerçek.

Bir yıldız olarak annem

Ondan ayrılalı tam 45 yıl 9 ay 14 gün oldu ve 15. güne saatler var. Biyolojik olarak annemle aramızdaki hayat saati, belki yaşadığımız toprakların acı kaderinden olacak artık çalışmıyor. Bir öğretmen olan annem devletçi ve devlet gibi bir kadındır. Her şeyi devletten bekleyenlerin aksine, devleti bile beklemez o. Her şeyi kendisi yaptı. Yaptıklarının kalıcı olmasının ancak devleti var edebileceğinin farkında olan cumhuriyetçi bir kadın olarak annem asla jakoben olmadı. Nihilist de değildi. Anarşist? Asla... Onun karşı koyduğu tek şey zamandır. Zamanın bütün hızı ve ağırlığıyla birlikte, başkalarını aksine çok daha güzelleşti, harika bir kadın oldu.

Annem 1 ay 10 gün önce henüz bu yazımı yayınlanmadan "kaldır onu bakayım" dedi

Bana hiçbir şey olduğumu annem öğretti. Bu yıldızlar, bulutlar ve insan hikayeleri altında hiçbirisi olmak, bu dünyaya gelmenin ve gitmenin görkemli tanıklarından birisi olmakla eş anlamlıdır; tam olarak demek istediği buydu annemin. Bütün bunları şimdi anlamışsam ve yazabiliyorsam; bu transfer annemden bana, asla bilinen ve kullanımdaki bir dil ya da alfabe yoluyla olmadı. Annemden bana doğumumla geçen her şeyin ötesinde aramızdaki manyetik anlam transferi alanıyla benim cenin olarak onun karnında yüzdüğüm plasenta suyu aynı molekül ve fotonlardan yapılmıştır.

Annemin dediklerini ve yaptıklarını hala yapmadığım için en başta Amerikan dizilerini ve tabii haberleri de izliyorum bu aralar.



9 Haziran 2012 Cumartesi

Kürtaj ve Futbol

Yakar ve top

Küçükken okulda en çok yakartop oyununu severdim. Kızlarla en yakın olduğumuz oyun galiba o oyundu.
Hayatsa onlardan arındırıldığımız, onlarla aramıza kalın duvarların örüldüğü acımasız, adaletsiz bir oyunmuş, çok sonraları anladık bunu.
Az önce gene büyük bir laf ettim. Doğru ya da yanlış, yerinde söylemediğimiz sürece yanlış atmosferde kaybolan sözler mezarlığının müdavimiyiz; bazen en iyi bildiğimin de bu haritacılık olduğunu düşünüyorum.
Kızlar kaçıp duruyordu ve biz onları yakmaya çalışıyorduk. Gen ve hormonlarımızın masum dürtülerinin ayarlarıyla oynadığımız zamanlardı.
Kimse inanmayacak belki ama bizim takımın yanmayan son adamı hep ben olurdum, çünkü kurbanların arkasına saklanmayı iyi bilirdim ve karşı takımda da genellikle Berrin kalırdı. Tazı gibi koşan ve sincap gibi zıp zıp zıplayan bir kızdı Berrin.
Ve Berrin her zaman en iyi yaptığı şeyi yapar, en iyi nişanını alır ve topu kıçıma nişanlardı.
Hala Berrin'e bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yandığımı bilmiyorum. Bildiğim şey şu sadece: Bir tek ona aşık değildim.

Kürtaj ve futbol

Her ikisinin de en önemli ortak özellikleri önceden içlerine bir şey konulmasında yatıyor. Kürtajın kurtuluş macerası, futbolun gol tutkusuyla birleşince ortaya giriş-çıkış tüneli gibi, kafamızı sokmaktan ve çıkarmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz o oyuk çıkıyor. Bu oyukta hem yalnız hem de galibiz. Yalnız olunca rakipler ve düşmanlar yok oluyorlar, gol atınca da doğumun tam tersi bir olgu gerçekleşiyor: Girenin çıkamaması durumu. Tabii ki gol öncesi ofsayt ya da faul yoksa.
Keşke sekste de benzer nizami kurallar olsaydı. Kuraldışılıkta goller sayılmasaydı. Seksteki tek kural biyoloji.
Seksi yönlendiren tek tehdit ise, bebek endişesi. Kadını doğurganlık jübilesine kadarki seyahatinde seks, bir partnerle uyum sorunuyken daha sonra zaten tedavülden kalkıyor.
Kürtaj ise bu seyahatte hep taca atılan top örneği, maçı durdurma ve sonra kalınan yerden hasarsız devam etme taktiği olarak karşımıza çıkıyor.

Ortaçağ'da çocukluk ve kadın var mıydı?

Şüphesiz yoktu. Tıpkı antik Yunan sitelerinde kadının soyu devam ettirme soyluluğunun bir bileşeni olması gibi Ortaçağ'da modern anlamıyla çocuk ve kadınlara rastlanmazdı. İnsanoğlu bebeklikten, yavruluktan sonra doğrudan yetişkinliğe terfi ettiriliyordu. Bu konudaki belirleyici başlangıç ise fertilite, yani doğurganlık ya da üretkenlikti.
Ortaçağ'ı şimdiki zaman kurallarına göre yargılayabilir miyiz?
Bunu yapmak bizi daha iyiye ve doğruya götürmez; aynı zamanda daha iyi ve doğru bir yere ilerlediğimizi inkar etmemize yol açar bu yargılama. Suçlar unutulmaz elbette, ama cezalar da geçmişe ilerleyemez.
20. yüzyılın ikinci yarısında kadın ve doğurmama haklarını elde eden dünyanın latif cinsi kadınlar için, gelecek daha açık ve güzel görünürken, kadraja giren siyah bulutlar gündoğumunu daha da belirginleştiriyor.
Doğada her şeyin bir vazifesi var.




9 Şubat 2012 Perşembe

Bloglarımın oyun ayarları

UZ.

Siz biliyordunuz.
Siz de çocuk oldunuz. Elinizde en büyük deniz feneri. Bir bardakta okyanusunuz.
Tuz kokuyorsunuz.

Ben de çocuk oldum.
Ve korktum. Devrilebilirdi dünya ve açtığım çukurdan güney kutbunuz.
Donuyordunuz.

Olanlar oldu.
Bardağın geçmişi doldu. Gelecek yosun tuttu. Sordunuz.
Hangimiz sonsuz.






22 Ocak 2012 Pazar

Çocukluğumun Kitabevleri 2


2. Öğretmen Kitabevi Arka Sokağa Taşınıyor

Devrim falan gelmedi. O abileri ablaları da sonra hiç göremedim.
Sonra ben bir Çocuklar Partisi kurmak istedim. Lideri ben olacaktım. O zamanlar sanırım -şimdi 28 olduğuna göre- ülkenin yaş ortalaması 23 falandı. Bu da demekti ki nüfusun yarısı çocuktu ve ülkenin yarısı siyasi olarak temsil edilmiyordu.
Ben o zamanlar çocukluğun bir hapis cezası olduğunun farkında bile değildim. İki sopa ve ya evden firar arası yaşadığım özgürlükleri hatırlayabilen bir hafızam vardı ve kaydetme işlevi silme işlevine göre çok az çalışıyordu.
Tam o sıralarda, yani şehrin en ana caddesindeki kitabevimizin zirvede olduğu zamanlar, firarlarımın da en üst düzeyde gerçekleştiği zamanda babam bir karar aldı: "Arka sokağa taşınıyoruz!" O zamanlar olduğu gibi şimdi de bunu anlayamıyordum. Her şey yolunda gibiydi. Ülkede okumayana bırakın kız vermemeyi, selam bile verilmiyordu. Herkes okuyordu veya bana öyle geliyordu. Babam kasap olsa acaba herkesin et yediğini mi düşünürdüm bilmiyorum, ama acıkınca her şeyi yiyebilirdik de ya merak edince? Merak etmenin bir gıdası ya da sofrası var mıydı?
O dönemde neden sözcüğü ve soru işaretleri hayatımda kesinlikle yoktu.


Çocukluğumun Kitabevleri 1