Foto: Şevket ŞAHİNTAŞ
Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Yakalarımı kaldırmış kış mevsiminin erken bir yaz sıcağı içine adamakıllı saklandığı bir havada Beyoğlu'nun girişine doğru yaklaşıyorum.
Az sonra, içinden bir günde ortalama dört yüz bin kişinin "geçtiği" bir atardamarın sadece ayak tozuyla tıkanmış cidarları içinde yuvarlanıyor olacağım. Bütün adreslerin tek bir semt adıyla anıldığı bu damarın içinde, aynı kalbin atışlarını ileten sosyal bir sıvının partikülleri arasında yuvarlanırken değil bir adres aramak, ya da bir adrese ait olmak, etrafa bakmak bile beyhude!
Burası bir bar önü. Bir cafe de olabilirdi. Ya da bir meyhane. Buraya her zaman uğrayıp uğramadığımı bile bilmiyorum. Genellikle bar, cafe ya da meyhane arasında kesin bir seçim yapmadığımdan olsa gerek, gezindiğim mekanlar arasında görüntüsü ya da çekiciliğiyle aklımda kalmış ya da "her zaman buradayım" dedirten bir yer hemen hemen yok gibi. Çok tuhaf. Bu tekdüze duyguya rağmen, bu semtteki bütün mekan adreslerinin tek bir isimle çağrılmasına rağmen, hiçbir zaman "homojen" bir yapının içinde asılı kaldığım gibi bir duyguya da kapılmadım.
Her zamanki masama oturuyorum; pencerenin önünde ya da duvarın yanında. Hava tam anlamıyla kararmış. Bunu ışıklardan anlıyorum.
Oturduğum yerden caddeyi izliyorum; ya da sokağı... Neredeyse on yıldan bu yana sivil trafiğe kapalı olan İstiklal Caddesi'ni dikey olarak taksiler, özel otomobiller keserken; cadde boyunca bir aşağı bir yukarı resmi arabalar gidip geliyor. Farları da beceremiyor orada, bizimle olduklarını kanıtlamaya. Oysa kanıtlamak yerine anlatmaları yeterliydi.
Tehlike kelimesini düşünürken aslında İstanbul'a "sonradan" geldiğimi hatırlıyorum. Ne yazık ki genellikle bazı kelimelerin geceleri oynadığı oyunlarla kafamı kurcalıyor bu aidiyet cümbüşü.
Karnaval kelimesini düşünmüyorum; ona bakıyorum. Caddeden gelip geçenlerin, metal para sandıklarından para çekenlerin; lotarya ve sinema kuyruklarının; köfte ve dönerci dumanlarının; kapanmış gazete bayilerinin; şekerlemecilerin ve tuhafiyecilerin; giyim mağazalarının oluşturduğu iki duvar arasında sokaklardan gelmeyen ama sokakları ve sokakların karanlığını besleyen bir kalabalık "aşağı" doğru, tünelin sonuna ve "girişine" doğru akıp gidiyor.
Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.
Heryerdelik (omnipresence) ve alibi; yani olay sırasında orada olmadığını kanıtlama durumu.
İstanbul'un bir başka ucu olan "gece yakası"nı bu iki kavramın kapsayıcılığı altında anlatmak için düşünmeye başlıyorum.
Gözümün önüne ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir"indeki yazısında İstanbul üzerine sözleri geliyor:
"Bir İstanbul'lunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiidir"
Eğlence ve yaşam imkanlarının heryerdeliği karşısında bir İstanbullunun bu imkanların her biri sırasında orada bulunmama durumunu kanıtlayan sözler bunlar.
Üç aşağı beş yukarı herkes anlaşmıştır İstanbul'un bir gece şehri olduğunda... Gündüzleri dişil ve kent'tir İstanbul. Aura'sı su ve topraktan oluşan her şehir gibi. Geceleri ise bir tepesinden diğer tepesine bakıldığında yatağına yatmak üzere usul usul soyunan bir kadın; ama az sonra yaramaz bir oğul gibi herkesin yatmasını bekledikten sonra pencereyi açacak ve kendini gecenin karanlığına salacaktır.
Sabaha kadar sürecek olan İstanbul gecesinin anatomisinde; denizin ve kıyıların; köprülerin ve iskelelerin; camilerin ve meyhanelerin olduğu kadar bunları yapan insanın da takvimi saklıdır. Tanpınar'ın deyimiyle eski günlerde bir "terkip"ten oluşan İstanbul yerini sürekli olarak bir başka terkibe bırakıyor. Bu karışımın rengi geceleri suda parıldayan bir kömür karası. Parıltıların arasından seçilebilen insan hikayeleri, İstanbul gecesinin edebi uzuvları arasında yol bulmaya ve şehrin bir parçası olmaya çalışıyor. Gelgelelim, kolektif zamandan başka bir değişim aracı tanımayan şehir, gündüzlerinde, bireysel takvimleri toptan reddediyor; çünkü İstanbul, günışığında endüstrinin, ticaretin, trafiğin ve denizin mekanı. Gece ise bireysel takvimler sahne alıyor; hiçbir el rehberinin tarif edemediği yokuşlarda, hiçbir krokinin çizemediği sokak kıvrımlarında ve hiçbir tarifin bulamadığı hanelerde İstanbul'un gece yakası soluk alıyor.
Beyoğlu'nda gezmek; eğlenmek için gezmek her zaman için Beyoğlu'nda olmanın bir adım gerisinde olmuştur; çünkü nasıl benzerlik aynılık değilse, Beyoğlu'nda olmak, bir süre sorunu olarak Beyoğlu'nda olmak değildir.
Sayıları değişmese de, açılan her mekan kapısında yeni ve bilinmeyen bir kart ortaya sürülür. Süreye bağlı olarak oyuncular ve oyun sürekli olarak değişir. Beyoğlu'nda gezerken eğlence denen oyunun da sürekli değişmesi Beyoğlu'nu farklılaştıran bir ritim ve yaşam vurgusudur.
Gideceğim yerin adını bile hatırlamıyorum (ya da çağrıldığım yerin) ama o yeri bulamamak korkusu sarmıyor içimi; çünkü beni bekleyenlerin de gideceğim yerde olduklarını sanmıyorum.
Gideceğim yerin ve orada kimlerin olduğun bir önemi yok. Çünkü ben İstanbul'da zamanı geçirmenin bir zorunluluğu olarak Beyoğlu'na eğlenmeye gidiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder