Kimse siyasetin kendisine bulaşmasını "sözde" istemiyor: Yargı, futbol, din, devlet, milli eğitim... Bunlar, az önce söz ettiğimiz tüm tedirgin karakterlerin en çok bilinenleri. Bu istek, cumhuriyet rejimleri öncesi sömürgeci ve imparatorluklar dünyasında da böyle miydi acaba? Sömürgeciler, krallar ve imparatorların günümüzdeki seçilmiş ve atanmış uzantıları, bizzat kendi ağızlarından çıkan her şeyin siyaset olduğunu bile bile neden siyasetten uzak durmak istiyor olabilirler?
Öte yandan bu saydığımız kurum ve alanlar, aynı zamanda siyaseti hem içte hem de dışta en çok kullanan, ama siyasetten hiç de dem vurmayan güç ve kurumlar. Siyasetin, Truva Atı'ndan Suriye Savaşı'na kadar uzanan bu çokyarayışlılığı ve kullanılışlılıkları tarihsel açından çoktan tüm hadlerini aştı ve miyadını doldurdu. Siyaset adeta ihanet haline geldi.
Güç, iktidar ve onların paylaşımının tarihsel olarak başına gidecek olursak iki tür atıf görebiliriz: Yer ve gök güçleri. At, silah ve savaş arabalarının etkisiyle fethedilen dünyanın ötesine geçmek isteyen ve gücünü kalıcı kılmak isteyen yer monarklarının daha çok güç talebine ilk cevap gökten geldi: Dinler. Dinler, dönemlerinin ekonomik hayatını yönetme karşılığında siyasi olarak hükümdarların gücüne güç kattı. Ne var ki kurulan ve dağılan devletlerin birbirlerinin her türlü inanç obje ve mekânlarını talan ve yok etmesiyle birlikte en azından mabedlerin devamlılığında son noktayı koyan semavi dinler, iktidarların bu arayışlarına son verdi. İslam coğrafyası en azından Roma iktidarının coğrafi geri çekilmesinden daha çok bölgesel iç buhranları tercih ettiğinden Hıristiyanlık kadar çok mabed talanı yaşamadı. Bütün Ortadoğu olmasa da Kudüs şehrinin bugünkü triptik mimarisi bunun ayakta kalan en iyi örneği.
Savaş'tan Barış'a hemen uzanıveren bir anlam geçişi olduğunu düşünen tüm diplomasilerin ve ideolojilerin yanıldıkları ortak noktadır bu algı hatası. Hatayı bir prizma olarak ele alıp tarih ve geleceğin renklerinde ona baktığımızda gördüğümüz hiç de basit bir anlam ya da içerik geçişi değildir; kaldı ki savaş ile barış arasında en basit ifadeyle bir neden-sonuç ilişkisinin kapalı kapısını bulabiliyoruz, yani anahtarı kayıptır bu girişin.
Peki insan bu Sisifos mitini neden siyaset adıyla sürekli olarak tekrarlıyor? Kendi yaşamını ve geleceğini, tarihteki varlığını, zamandaki varoluşunu toplumsallık yoluyla değerli bir anlam katarak yüceltebileceği yerde neden demokrasinin tüm imkanlarını en düşük ve en az insanlık onuruna razı olduğu bir siyasete mahkum bırakıyor kendini? Üzülerek son yıllarda gözlemlediğim bu manzarada, zenginlerden dinsel kurumlara, başkanlardan partilere, medyalardan teknoloji egemenlerine kadar her türlü kötü görünüm var.
İnsanın ruhuna hiç de yakışmayan ihanet, yani başkaları hakkında eylemli olarak kötü düşünme hali, giderek siyasetin ta kendisi olmadı mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder