6 Aralık 2011 Salı

Maria Metro


Maria Metro


AYNA, ANSİKLOPEDİ

“Uqbar’ın ortaya çıkışını bir aynayla bir ansiklopedinin bir araya gelmesine borçluyum.”
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe

Pablo,
beni metronun girişinde bu ilk kez bırakışın ve bu anı, yani senin beni evime taşıyan anıtın kapısındaki bu anı ölümsüzleştirmek için bu günlüğü yazıyorum. Yoksa niyetim bu isimsiz gecede evime senden bir şeyler taşımak değil.
Bir gün, yine senin beni bıraktığın gibi, gecenin geç saatlerinde evime dönüyordum ve sisler içinde kalmış şehrin tek metrosunun herhangi bir istasyonunda trenden yeni inmiştim. Bu acayip metro ve metro durağı, bir köprünün altından geçiyordu ve yolcularını köprünün güneyde kalan ayaklarına en uzak kalan mesafede bırakıyordu. Artık tamamıyla arabalara, kamyon ve otobüslere terkedilmiş bu şehri kalbinden tam ikiye ayıran metro -tabii ki kurucusu ve ilk işletmeceleri olan büyükbabalarıma ismini o vermişti-  duraklarını şehrin alelade ve özensiz yerlerinde seçiyordu. Hatta daha da ileriye giden son işletmeciler -onlara lastik tekerlek düşmanları da denilebilirdi- her allahın günü metro duraklarını değiştirmekle övünür olmuşlardı. Bu şu anlama geliyordu: Her gece evime dönerken nerede ineceğimi artık bilemez olmuştum ve kesinlikle küfretmiyordum, bir arabamın olmayışına. Çünkü bu şehirde –adını unutacaksınız ama şehrin adına Uqbar diyelim hadi- insanlar gece ile gündüz gibi olmasa da yağlı-yağsız gibi bir ayrım içinde “metrolular” ve “asfaltçılar” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şehrin göğünü kaplayan bulut bulamacının içinde bu basit  ayrımın meyvelerinden başka hiçbir şey yoktu: Yüzlerce metrelik tanıtım afişleri, batık zeplinler, kırılmış stadyum ışıklandırma direkleri, havada yüzen bilboard’lar, dev balonlar, gökdelen atıkları ve agnostik ışık efektleri...
Bu bulamaç altında bunalan ve terleyen bir şehrin tam ortasında geçen bir metrodan sözetmek zamanı durdurmakla neredeyse eş anlamlıydı Pablo. Sen beni evime bırakırken durdurmayı istediğim zamanın bu şehir tarafından her gece çalındığını düşünebiliyor musun? Ben, evime ne kadar uzaklıkta olduğunu hiç bilemeyeceğim keyfi bir istasyonda inerken her gece, şehir de aynı düzensizlikte altımızdan kayıp gidiyor her allahın günü... Ama lastik tekerlekler üzerinde, ama tabanlarımıza kadar batmış olduğumuz kara asfaltların tıraşsız yüzünde, ama teknoloji küresinin hediyesi olan bulut bulamacının altında, oflaya puflaya...
Işıklar çekiliyor ve evimin kapısını açacak olan müjdeciyi arıyorum, bacaklarıma yapışmış eteğin gizli bir cebinde. Bu sıkıştırılmış plastik anahtar selül de yüksek efor altındaki vücut sıcaklığıma dayanamayıp erimiş olmalı ki yara izleriyle dolu sağ omzumla ve her zamanki inceliğimle (?)  kapıya yükleniyorum ve bir hırsız gibi giriyorum evime. Her gece kapımı çalmak yerine, bir şeyler çalmak üzere, bir hırsız gibi Pablo.
Hep aynı yara izleri, sağ omzumda; eriyen ve yeniden yaptırılan ama yine eriyen anahtarların yokluğunda evimi bana açan sağ omzumda hep aynı yara izleri... ve giderek moraran derinin altında giderek kısalan omuz kemiği. Anatomideki adı bilinmediği için böyle çağırıyorum onu... omuz kemiği! Her gece bana evimi açtıkça kısalan kemik!
Plastik-file bir pike altında gecenin içine giden uyku dehlizine dalarken, metro yoluna devam ediyor Pablo!
İki bacağımı ayırdım ve her biri 107 santimetre uzunluğundaki bacaklarımın kökleri kalçalarımda toplanmasına rağmen iki tren rayı gibi paralel duruyorlar ve dölyatağımdan kopup gelen bir tren, şehrin sessizliğini derinleştiriyor; çünkü bu sessizlik –çığlık çığlık kararan bu şehirde- sadece metroya ait; şehrin içinde kıvrılarak sonsuz bir turu tamamlamadan yolcularıyla birlikte kaybolan metroya... Metro iki bacağımı ayırırken, ya da ben iki bacağımı ayırdığımda metro yeni bir istasyon daha seçiyor şehrin dölyatağında. Yaklaştığım her istasyon sanki bir rüya ve evime en yakın istasyona geldiğimde uykudan sıçrayarak uyanıyorum.
- Eureka İstasyonu!
Tren sarsılarak yoluna devam ederken bacaklarım kapanıyor ama hiçbir ağrı yok. Içimde bir metro taşıyorum, ama gözyaşlarım bir damla bile olsun akmıyor. Trenin sarsılması da bir rüya ve uykumda bağırıyorum:
- Yeni Topraklar İstasyonu! Rakım sıfır!
Oysa bilen bilir: Hiçbir tren yeni topraklara gitmez. Bir uyku kadar yalancıymış bu metro.

*
 Kapı gürültüyle açıldığında, kapı altından atılmış bir zarf buluyorum yerde. Zarfın içinde adıma düzenlenmiş bir fatura, bir reçete ve bir mektup. Mektup, Mateo Kolomb imzalı. Mateo benim eskiden tanıdığım bir kadın hekimi. Önceki meslekleri hayli karanlık olan ilginç bir kişilik. “Amor Veneris” adında hoş bir roman yazdığını biliyorum sadece. Bunlar dışında muayene için aldığım son randevuyu hatırlıyorum. Ama aradan aylar geçmiş ve tedavimin sonuç ve masraflarını bana bildiren bu zarfın içinde en az Mateo’nun geçmişi kadar karanlık bir mektup var.

“Sevgili Maria Metro,
Tetkikleriniz sonucunda kasıklarınızdaki ağrılar ve vajina içi ve dışında gelişen yaralarınız için ekteki reçeteyi size sunuyorum. Sonuçların bu kadar gecikmesinin bir nedeni de alınan örneklerin tahlillere anlaşılamayan nedenlerle geç yanıt vermesidir. Bana daha önce sözünü etmiş olduğunuz ve ısrarla okumamı salık verdiğiniz “Anatomist” isimli kitabı okudum. Bütün bilimsel dayanaklara göre söyleyebilirim ki ağrı ve yaralarınızın bu kitapta yazanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Ama sanki şu alıntı, şüpheci ruhlara dinginlik verici nitelikte, ne dersiniz?
‘Bazı metafizikçiler ve anatomistler ruhun, kadın bedeninin hangi bölgesinde bulunabileceğini araştırmışlardır. Ben size ruhun bedende bulunmadığını söylüyorum, ruh bedenin etrafında bir melek gibi kanat çırpmaktadır. Kadınlara gelince, onlarda da erkeklerinkine benzer bir ruh arayacak olursanız, onu ancak şeytanın evi olan kadın bedeninin içinde bulabilirsiniz. Evet şeytanın evi kadın bedeninin içinde, tam olarak da size şimdi sözünü edeceğim organın bulunduğu yerdedir. Eğer bu organın işleyişini açıklayabilirsek, en sonunda kadınların anlaşılmaz davranışlarının nedenini açıklamayı da başarabiliriz.’
Bu ansiklopedik sözlerin, ruhunuza tutulmuş bir ayna olmasını diliyorum Maria. Sevgiler.

Mateo Kolomb.”

(to be continued)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder