HAYATIN ALTINI
Geçtim o demleri.
Eskiden çok araştırırdım. Kim ne demiş. Ne yapmış. İnsanların hayatlarını okuyarak vakit öldürürdüm. Vakit öldürürken hayatın bir cinayet olduğunu öğrendim.
Bir hikâyem yok. Bunu daha önce de söylemiştim. O zaman neden yazıyorum. Dört kelimelik cümlelerin konuştuğu kısa söylevler vermek için mi?
Bu oyunu hiç oynamadım.
İki tarafa da dört kelimelik cümleler kurma hakkı verilir.
Üç ya da beş tane söyleyen bir düğmesini çözer ya da ilikler.
Oyunu son oynadığımda yeni bir kural getirmiştim: Ağızda da bir düğme olacak.
Zengin cinayetleri partilerde olur.
Yoksullar kalmadı. İnanmıyorum buna. Zengin olmaya çalışan yoksul değildir artık. Madrid için yola çıktıysam Lizbon’da olamam ki.
Kibrit çöplerini düşünüyorum yağmur yağarken. Eskiden damlaları düşünürdüm ve yanmazdı sigaram. Islak dumanlar birbirine karışırdı.
Dört kibrit çöpüyle şunu söylemek istiyorum: Hayatın alevleri hiçbir yere gitmiyor. Durup kaldıkça üşüme nöbetleri birer altın para gibi bizden kaçacak.
Ağzımdaki düğmeyi kibritin alevinden ayıran geriye kalan üç çöp. Almadığım nefeslerin beni bekleyen mutsuz sonun kilise çan seslerine dönüşmesi gibi. Ne kadar az nefesim kalmışsa o kadar boğuk ve sağır olacak hayatım.
Beklemediğim bir son arıyorum. Eski bir haritadan gelsin ya da açmadığım bir kitaptan. Henüz yazılmamış da olabilir ama tanık bulunması önemli. Tanıksız bir hayatın ne anlamı var?
Gördüğüm renkler tanıklarımın yerine geçemez. Havayı içerek susuzluğuma son veremem.
Yaşadığıma tanık aramıyorum bunu soranları teselli etmek için bağırıyorum sadece.
Orada bir tanık var mı?
Buna ne zaman birisi yanıt verse çok geç kalınmış olduğunu fark ediyorum. Bütün saatleri yan yana dizselerdi gene de geç kalınırdı.
Ne tanık ne de soranlar gelir cenazelerime. Haftada ben birkaç kez ölürken, ölümlerim cenazelerimden daha çabukken, şahidin tutanağında ölümsüz olacağım yazılıyken, o vakit sorarım: Yaşadığıma tanık var mı?
Ne için uğraştım ben?
Kimse suçlamadı bile öldürdüğümde.
Çaldım, ayıplanmadım.
Annesini ayartıp seviştiğim kadın da ayıplamadı. Ki sadece boş vaktini çalmışım ve şimdi o dünya ahret karım.
Ve en sıcak saatinde günün, zemberek konuşmaya başladı, sadece sıkmaktan ve sıkıştırmaktan usanmıştı.
“Şehrin en ıssız meydanında durup, bir kadın orada beklemeye geldiğinde boşalmak istiyorum.”
Ağaçları aradım.
Kuytuları. Gerçeğin şiire saklandığı en alçak, namussuz anlarda.
Bir fahişe saklanmış gibi sanki şehrin duvağının içine: Para ve sperm aynı kartlardan şifre şifre akıyor.
Meydanda bir banka oturup ıssızlığı bozan kadının ayrık bacaklarını izliyorum. Bacakları geriliyor, zembereğin kullanma kılavuzuyla konuşursam “sıkışıyor”.
Dişi sanırdım zembereği. Bütün varlık nedeni kendi cinsini saklamakken ben onu inip kalkan bir göbek sanmışım.
Gece, kirli vantuzlarıyla lağım sisteminin demir kapaklarını öperken şehrin nüfus memuruyum. İki milyon beş yüz seksen iki bin kafa ve iki milyon beş yüz seksen iki bin bir göbek sayıyorum.
Bunlar sadece uyuyanların. Gözleri açık olanların göbekleri de açıkta.
Her gözde bir altın para. Ölümlülere bir.
Ölülere iki.
Hayatın altını, öncesinde ve sonrasında gözleri sayıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder