Geçenlerde gecenin epeyi de ileri bir saatinde, ahlak ve erdemine çok inandığım esaslı bir arkadaşım benden yardım istedi: Sinema festivali için gittiği bir seansta önde oturan bir hanımın film başlamasına rağmen olanca inatla akıllı cep telefonundan sosyal medya profillerinden kopmamakta gösterdiği ısrar arkadaşımı deliye çevirmişti. Saygısız izleyiciyi uyarmış, bu uyarıyı yanındakiler de desteklemiş, ama genç kadın onların kanını donduran ve orada, bir film festivalinin özel seansında neden bulunduğuyla ilgili gerekçelere çok ters mantıkta bir cevap vermişti:
-Sana ne!
Burada filmi donduralım ve biraz geriye gidelim. İnsanlık için çok kısa, ama sinema tarihi için uzunca bir süre geriye; kırk seneye yakın bir zaman öncesine. İstanbul'da bir kültür sanat vakfı kuruluyor. Saygın bir işadamı ve sanatsever ailenin önderliğindeki bu festival günümüze kadar birçok sanat etkinliğine imza atıyor ve ölümsüz İstanbul film festivalleri de bu vakfın himayesinde serpiliyor boy atıyor gelişiyor. İstanbul'un ölümsüz ve ezeli kültür semti Beyoğlu, bu etkinlikler sayesinde eski batılı tarzını sürdürebiliyor. Şehir kültürü bu vakfın duyarlılığı sayesinde çağdaş dokusuna kavuşuyor bir anlamda.
Peki o kız orada n'arıyor?
Bu soruyu arkadaşıma sorduğumda onu birkaç film seansında daha gördüğünü ve o ters cevabıyla bu durumun çeliştiğini söyledi. Biraz ara verip festivalizmden bahsetmeliyim. Senelerdir duyduğum ve bana amansız imrenti veren bir gelenektir artık bu İstanbul'da: Salonlar tıklım tıklım dolmasa da ellerinde koçan koçan biletler, başta hanımlar olmak üzere festival süresince o filmden bu salona, şu yönetmenden bu aktöre koşturulur durulur artık. Tarifsiz bir heyecandır bu. Yıllar içinde yavaş yavaş dünya çapında festivallerde yaşayan bir sinema tadı ve geleneği yer eder. Macaristan'da geçen sene "sanatsal" bir film mi çekildi? Onun ülkende vizyona girmeyeceğinden eminsen de bir gün mutlaka film festivaline geleceğini adın gibi bilirsin. İşte böyle bir şeydir festival. Entelektüel bir gusto yaratır kültürlü sanat gurmelerinin dimağında ve damağında. Gerçekten ciddiyim, buna inanıyor ve altını özellikle çiziyorum: Sanat yaşanabilir bir şeydir. İyi ki sinema var. Tabii ki diğer perde, sahne ve temsil sanatları da. Sinemasız bir opera, tiyatrosuz bir bale düşünülebilir mi aynı sanatsal çanakta. Hepsi birbirini etkiler, besler, anlamlandırır.
Arkamda oturan üç bayana anlatamadığım şey
Gecenin o saatlerinde arkadaşıma hak verip, onun twitter mesajlarını başkalarına da yönlendirip dayanışmayı sürdürdükten sonra bir hayal kurdum: Bir arkadaşımı arıyorum. Beyoğlu'na çok inmez. Kültürle sanatla çok ilgisi yoktur. O sene bir yerden başlamaya karar verdiğini biliyorum. Bir şey olduğunu hissetmek, tahsillerinin karşılığını vermek, yüzeysel bulduğu yakın çevresinden uzaklaşıp, farklı ve farkındalıklı olmak adına geçerli nedenler aramak ve bulmak istediği her halinden belliydi. Derken film festivali programı geçiyor eline birden. İnternetten on tane film bileti satın alınıyor hemen. Saatlerin çakışmamasına özenle dikkat ediliyor. Mekanların da. İlk kez gittiği için de yeni şeylere tanık olacağını, yeni kişilerle belki karşılaşacağını hayal ediyor. İçi ısınıyor. Yüzeysel dostluklar, içi boş ortamlardan öteden beri sıkılıyordu. Başka bir şey arıyordu o.
Hayal bu ya. O arkadaşım festival esnasında tam film başlarken facebook veya twitter'dan heyecan içinde takipçilerine ya da arkadaşlarına gittiği filmin bilgilerini, o ortamın elitizmini, insanların şahaneliğini yeni yakaladığı farkındalıkla anlatırken arka koltuktan ciddi bir sesle uyarı alıyor. O anda başından aşağı inen kaynar sular, o gün takındığı günlük kültürel kimliğini de silip süpürüyor ve eller havaya ruhu kabarmış olan arkadaşım dönüp mahvediyor yeni kimliğini:
-Sana ne!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder