12 Kasım 2024 Salı

Görünmez Kentler ve Renkler

villes invisibles ile ilgili görsel sonucu

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yanyana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli; sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."

Italo Calvino "Görünmez Kentler"


Kentlerin yaşamında sokakları, binaları ve meydanları oluşturan kavram köşeleriyle artık hiç kimsenin ilgilenmediği gün gibi ortada. Kentler rüzgara, zamana ve unutuşa doğru yaşlanırken bu köşelerin, Ortaçağ’ın 11 burçlu şehir kaleleri gibi kentin her yerine serpiştirildiğini, kentin kamu kütüphanelerinde, özel meskenlerin okuma/yazma odalarında bu köşelerin masa, dolap ve koridor sonlarında yaşadığını mırıldanıyor sokak taşları.

Kent bomboş.

Üzerinde insanlar, arabalar, sinemalar, reklamlar ve köprüler dolaşıyor, ama kent bomboş.

Bir Fellini Roma’sı ya da Solanas’ın Buenos Aires’i gibi… El Sur (Güney) taş sokakları yalıyor Tango zamanı.

Boş kentler renksiz görünür. Avrupa’nın kentlerinde öğle vakti ya da akşam yemeğinden sonar yer eden bu renksizlik deniz kenarındaki kentlerde yerini mavinin soluk tonlarına bırakır. Boş kent, kımıltısız bir deniz kadar sessizdir çünkü. Deniz için fırtına neyse kent için insanların kalabalığı odur.

Kentler kurulalı birkaç binyıl oldu olmasına ama kent hayatının neresindeyiz artık? Barbarların istilasından korkan kentlerden uygarlığın çöplüklerine dönüşen kentlere, at üstünde girilen kentlerden bir terör bombasının tehdidiyle kaçılan kentlere gelinceye kadar neredeyiz?

"Belki de kent yaşamının kriz noktasındayız,” diyor Italo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında. Ona göre “Görünmez Kentler” yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. “Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür."

“Görünmez Kentler”in bir başka meselesi de insan, doğa ve tarih uyumunun kentlerde yitmiş olması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşyaların, nesnelerin insan yaşamı ve eylemleri üzerindeki kesin zaferi, insan tarafından kabul edilen bir egemenlik olarak yer etmiş durumda yaşamlarımızda. Dolayısıyla insan hem kendisine hem de dünyaya yabancılaştı. İnsan ürettiğinden daha fazla tüketiyor, çünkü artık insan adına makineler daha çok üretiyor. Makineler tüketemediğine göre insanın “bir makine kadar hızlı” tüketmesi gerekiyor. Bu kopuş, bu teslimiyet, insanın arzu ve isteklerindeki bu azalma kente de yansıyor. Ne var ki kentlerin bir belleği var ve bu bellek elektriksel hareketlerin de ötesinde ahşap, taş, boya, sıva, heykel ve duvar olarak yaşıyor. Onlara dokunuyor, görüyor ve işitiyoruz.

İşitmek mi? Ama nasıl?

Rüzgarın sayesinde.

Kentler kurmakla yanlış mı yaptık acaba? Issızlıktan, yalnızlıktan gelen insanların sosyal sorunlarını çözeceğimiz yerde onu teknolojinin, medeniyetin ve kalabalıkların içinde daha da mı yalnız bıraktık?

İşte Italo Calvino gibi daha birçok düşünür, mimar, şehir plancısı ve yazar bu sorunun cevapları üzerine düşünüyor, kalem oynatıyor. “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo'nun buluştuğu satranç partileri, söyleşiler ve kent masalları arasında okurun yolculuğu sürerken, modern kentlere belki de ilaç olabilecek doğu mistisizmi anlaşılmaya çalışılırken öte yandan modern kent yaşamının içinden çıkılmazlığı ve geleceği üzerine düşünceler etrafımızı sarıyor. Tektipleşmenin, ıssızlaşmanın labirentini aşmak, bu labirent içinde bir yol bulmak. Günümüz kent insanının bütün uğraşı neredeyse bu eylemler.
Labirent uzuyor, kıvrılıyor, büyüyor ve daralıyor.

İnsan küçülüyor. Yaya geçitleri de küçülüyor ve dağılıyor kentin her bir köşesine.

O beyaz çizgiler labirentlerin yol taşlarına dönüşüyor.

Görünmez Renkler

“Görünmez Kentler”de Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattığı her kent bir kadın adını taşıyor: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.” “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. İsidora’ya varır sonunda.” “Dorotea iki türlü anlatılabilir: Kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kat eden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinden yükselen dört alüminyum kaleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu bergamut, havyar, usturlap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin;...” “Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay.” “Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.” “Yolculuğun sonunda Tamara vardır.” “Altı nehrin e üç sıradağın ötesinde, bir görenin bir daha unutamadığı kent, Zora yükselir.”

Bunlar dışında Maurilia, Eufemia, Zobeide, İpazia, Armilia gibi başka düşsel kentlere de seyahat eder Marco Polo. Kubilay Han, gözler, takaslar, gökyüzü ve ölüler arasında geçen bu kent sohbetlerinin arasında Marc o Polo’ya derin bir kuşkuyla sorar: “Bana anlattığın bütün bu ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. Bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.” Marco Polo ise bir hükümdarın huzurunda bulunuşun büyük dikkatiyle şöyle cevap verir: “Benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. Yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.”

Diyalog böyle devam ederken Kubilay Han Marco Polo ile kendisini çöplükleri karıştıran iki meczuba benzetir. Bunun üzerine Polo cüretini artırarak cevabı yapıştırır: “Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içerde hangisi dışarda belli değil.”

Görünen Renkler

Turuncu

Tatar imparatoru Kubilay Han, Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken ona inanıyor muydu? Ama şurası kesin ki Kubilay Han, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü Marco Polo’yu dinlerken zapt ettiği uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu yitirmemek için bu “zahiri” yolcuya katlanıyordu besbelli. Bütün bu katlanmanın ötesinde Kubilay Han’ın hayatını saran turuncu kuşak, yaşadığımız kentlerin ötesinde başka hayatlar ve kentler olduğunu bize durmadan bildiren turuncu kuşaktır. Bizler buna kısaca haberci kuşak demeliyiz. Kentlerimizin sokaklarında bulamadığımız bir renktir turuncu. Salon ve odalarda, eşyalarda ona rastlarken kentdışı, mekandışı bir renk olarak acaba Marco Polo’ya Kubilay’ın duyduğu garip hayranlığı da taklit ediyor muyuzdur ister istemez?

Kubilay Han, yalnız Marco Polo'nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçerken de karınca ağızlarından balkabakların içine, kabak çiçeklerinden olgun kayısılara kadar turuncu bir düş denizinin kıyılarında dolanıyordu. Hükümdarlık gururu ve gerçekleştirdiği fetih düşleri onun yeni düşlere dalmasına engel değildi ve Venedikli Marco Polo’yu sarayının asma bahçesine konuk etmesinin asıl nedeni buydu. Gri, yosun yeşili Venedik’ten gelen yolcunun bir hükümdarın turuncu düş bahçesine konuk oluşu… Biraz olsun kentten turuncuyla kaçmak anlamına gelmez mi bu?

Mavi

Melih Cevdet şöyle derdi: “Gökyüzü boş – Nereye bağlasam atımı?” Uzun süre at koşturan kimdir, mavi gökyüzünün altında? Bu ıssızlık yolcusu belli ki bir kente gelmiştir. Gökyüzü boştur, demek ki gündüzdür; yıldızlar görünmemektedir. Gökyüzü görünmediği zamanlarda mavi olduğu için denizler de mavi olabilir. Onca kumu, çakılı, kabukluyu ve balıkları gizlemek için.

Mavi renk, kalabalık bir canlı-cansız sürüsünün çok uzaktan bakıldığında seçilen rengi olabilir mi?

İsidora. Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzulayınca bu kente varır. “Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür.”

İsidora kesinlikle genç bir kadındı. Surları sarı çiçeklere bezenmiş, meydanında mavi bir kumaşa sarılmış çiçek tarhları barındıran dişi bir kent.

Güzel her kent gibi İsidora’nın da ortasında bir nehir geçer. Bu mavi nehrin adı neden Osiris olmasın? Osiris iyilikleriyle ünlü bir Mısır kralıdır. Ve Osiris duvar resimlerinde mavi bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Yanında bulunan koruyucu kuşun başı da mavidir.

Marco Polo, düşlenen İsidora kentinin kendisini gençliğiyle içerdiğini söyler. Bu yüzden geç yaşta İsidora’ya gelir. “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Kırmızı

Ovada kurulu, ırmak kıyılarında konuşlanmış kentlerde evlerin çatıları kırmızı renktedir. Gökyüzünden gelen her etkiye açık olmaları yüzünden rüzgarın ters yönünde yosun bağlamış bu kiremitler kırmızı renginin her tonunu barındırır. Güneşin batışı, resmi binalardaki bayrakların üzerindeki kırmızı şeritler, otomobillerin güneşteki kırmızı ışıltıları ve içinden kırmızı geçen geçmeyen bütün renk sözleri… Hepsi de bizi kırmızının berisine çağırır bizi. Üzerinde maddenin değil de ışığın yansıdığı bu renk aslında kentli değildir; gökyüzünden, ışık tayflarının arasından gelen bir misafir gibi yerini alır insan mekanlarında.

”Görünmez Kentler”deki Dorotea kenti, gidenlere, yani okuyanlara kırmızı renginin bazı çağrışımlarını uyandırıyor. Marco Polo iki türlü anlatıyor bu kenti: “Her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kule…”

Marco Polo bu kente ilkgençlik yıllarında bir sabah vakti gelmiş. Sokaklarda yığınla insan pazara doğru gidiyormuş. Kadınların güzel dişleri varmış ve gözlerinin içine içine bakıyorlarmış. Tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyormuş, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyormuş.

Marco Polo’nun o ana dek hayatında gördüğü tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea'da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi ona. Daha sonraki yıllarda gözleri, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyor ki bu, o sabah Dorotea'da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi.

Yeşil

Yeryüzündeki ağaçların, sincapların toprağa sakladığı tohumların unutulmasıyla oluştuğunu okuduğumda fazla şaşırmadım. Hele bir Akdeniz bitkisi olarak bilinen zeytin ağacının bile 2-3 asır önce Akdeniz’e Hindistan’dan getirildiğini öğrenince de… Ama Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okuyunca şaşkınlığın ne olduğunu öğreniyorum. “Geceyi gündüzü biliyor/Dört mevsim, rüzgârı, karı/Ay ışığına bayılıyor/Ama kötülemiyor karanlığı; Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin.”

Kentlerdeki yeşilliklerden öğreneceğimiz çok şey var. En az duvarlar, köprüler, pencereler ve kapılar kadar… Bir keresinde ormanların yer değiştirdiğine dair bir mitolojiyi tam anlamıyla uydurmak için saatlerce kalemim elde beklemiştim. Ormanlar kolayca, bilinçli olarak yer değiştirebilirlerdi ama bunun amacı ne olacaktı?

Mitoloji “masalları” insanın tarih ve kültürünün altında yatan büyük neden-sonuç ilişkilerinin mimarıdır. Buradan hareketle “hareket eden ormanlar” mitolojisi çok havada kalacaktı. Ama kentteki ağaçları, kentlerdeki -park, bahçe ve avlulardaki- parçalanmış ormanları düşününce “ormanların sürgünü” terimi aklıma geliyor ve bu kez yer değiştirme mitosu belirgin bir amaçla yükleniyor.

Kentlerdeki yeşilliklerin de surları yüksek, hendekleri derin bir mitolojisi var artık.

Beyaz

Mermerleri sıyırdığımız zaman kentlerden geriye ne kalır? Bir insanın belleğini almak gibi bir şeydir bu. Heykeller yok olur, sütunlar ve de hamamların kurnaları; bazı pencerelerin pervazları da…
Bir kentin soyunması, onun beyazlatılması mıdır gerçekten? Kentlerin üzerinden birçok şey atılabilir: Tarih tabakası, insan tabakası, ölüm tabakaları, doğumlar, mevsimler, olaylar ve anılar… Kent beyazlaşıncaya kadar daha birçok tabakanın atılması gerekir. İlk önce’ye, başlangıca dönmek için kente yapılan akınlar, fetihler, göçler ve istilalar kazınmalıdır. Ta ki bir bozkır kalıncaya ve o bozkırın öncesinde bir buz tabakasına ulaşıncaya kadar.

Üç gün hep güneye gidilince iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu Anastasia’da satılan eşyalar da tabaka tabakadır:Akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmek gerekir; bir bahçenin havuzunda yıkanırken Marco Polo’nun gördüğü ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmek gerekir. Marco Polo bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamayacağını söyler Kubilay Han’a. Çünkü Anastasia'yı anlatmak sonradan boğmak zorunda kalınacak arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia'nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir. Marco ekler: “Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır.”

20 Eylül 2024 Cuma

"İstanbul Oteli" Alıntıları

 

***

“Şimdiki ve geçmiş zamana,” diye yinelediğimde, bunun hâla geçerli olduğuna ilişkin küçük bir gülüşü dudağının kenarında gördüm. Bu ikili bağlılık yüzünden sayıları da ikiye çıkan maskelerin gitgide çıkarılmaz bir parça olarak yüzlerle bütünleşeceği ve yüzün maskeye dönüşeceği korkusu, dudağın öbür kenarında, kadının köşeli çenesiyle eş doğrultulu bir çizgide bekliyordu. Zamana ilişkin kesinlikleri yaratan, yaşamın içine yazgılarımızı da katarak yaşayan bizler değil miydik? Evet, bu dudaklar haklı çıkacak, belki de o binada tutuklu bir sevgilinin dudaklarında bekleyişini, korkuyu silip atarak sona erdirecekti. Yüz, geçmişi, maskenin zorbalıkla takılmak istemesi ve takılması şimdiyi simgeliyordu. İkinci maske bir inadın, başkaldırının habercisiydi. Ancak uygulamada yalnız kalan bütün öbür uygulamacılar gibi kadın da yalnızca mimikleriyle derdini anlatabilme olanağına sahipti.

(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)


Zincirleme bir yaşam kurmak istemiştik, insanları en az üç bireylik ailelere bölerek. Bu yaşamda insanın bireyliği söz konusu değildi. Şu varsayımla üçeylik çıkıyordu ortaya: Bir, her insan ortadakiydi. İki, her insan solunda bulunanın adıyla çağrılıyordu. Üç, her insan sağındakinin adına yaşıyordu. Sırasıyla ortada varoluşa, solda ada, sağda yaşama sahip çıkarak. Bir de bunu deneyelim, safdilliğine kapılmadan bu türde bir zincirlemede karar kılmıştık.

(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)

Derken dediklerim çıkmış, kaçmaya başlamıştım. Artık başımı sokacak, gizlenecek bir evim de yoktu. Tanımadığım, ama suçlandığım bir kimlik altında koşmak kaçışların en tuhafıydı.

(...)

Anlattıklarında özne olarak kendini seçen anlatıcı, hiçbir zaman bu öznenin sonunu ölümle bitirmek istemez. Eğer kendini öldürürse şu kuşkuya yol açacağını bilir: peki şimdi anlatıcı nerede ve nasıl anlatıyor bunları?

(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)

Bir evde nesneler, olgular daha belirgindir. Yatak vardır. Sonra banyo. Kirlerimizi gömebileceğimiz, akıtabileceğimiz su olukları. Bir de yağmurun içinden geçebileceği dar kanallar. Tek katlı bir evin çatısında.

(Karıkocaölünce)

“Burada olduğumuzu anlamak için çok uzaklara gitmemeli. Çok uzaklarda olan biri de bize yaklaşmadan orada olduğunu bizden öğrenebilir ve bize burada olduğumuzu söyleyebilir.”

(I,ı)

Belki bir sanrıydınız. Yokluğu tartışılmış, ama kanıtlanmamış bir sanrı. Belki ahşap bir evden çıktınız, eksik bıraktığınız yüzleri tamamlamak için. Vaktiyle sizin için çalınan bir şarkı vardı. O size adamıştı şarkısını yüzü yarımdı onun da. Ellerinden gizli kalmış bir evlilik tutkusu okunuyordu. Çağırdı gelmediniz. İstedi beklemediniz ve ona umdukları yerine düşünemeyecekleriyle çevrili bir yol gösterdiniz. Kaçışı ve istenmemeyi öğrettiniz. Mucizelerinize inanıyordu. Yüzünün bir yanı sürekli gölgedeydi ve ışıktan kaçıyordu. Bu gölgeyi kullanmayı öğretmenizi istedi sizden. Kullanmak yerine sığınmayı, saklamayı öğrettiniz ona. Peşinden kaçan siz oldunuz.

(Sanrılı Kadın)

Öteden beri tanrının avluları ve kubbesi çok yer değiştirdi. Avlu ve kubbe birbirinden ayrıldı. Avlu serinledi, ama kubbe, yani gerçek ateş, uzaklaştı ve çapını en büyük imanda kurdu. İnanç, imandan ayrıldı aslında. Kimse nereye baş koyduğundan artık kuşku duymuyor. Serinlikte toplanıp eleniyorlar ve yalnızca dayanıksızlar, ateşi olamayanlar gidiyorlar ateşe. Bir ozanın dediğinin tam tersine, ateşi olanlar avluda, serinlikte kalıyorlar.

(Neçare)

Herkes bilir. Bu otobüsle dünya da bir yere gider aslında, ancak herkesin yolu uzundur. Tartışmasız herkesin yolu ötekinden uzundur, kendine göre. Kimse yerini vermek istemez. Ayaktakilere bu yüzden kimse bakmaz. Ayaktakiler de kaçan bakışların hedefi olmak istemezler. Yol uzundur. Ağaçları vardır. İlginç yapılar, uykulu insanlar vardır. Onları izlerler. Oturanlarsa hep ikinci katları, ağaçların tepelerini.

(Neçare)

Doğduğu şehre yolculuğu herkesin çok uzun sürerdi. En azından yaşı kadar yolculuk etmeliydi herkes, ki doğduğu şehirde doğumuna yetişebilsin.

(Bir Başka Gökyüzü)

Sonunda bir küçük çember içine kıyıları alabildiğine sığdırdığımı görmekle mutluyum. Bir kez daha anlıyorum. Çabalar boşuna. Kafam, küçük ayrıntıları hasıraltı etmedikçe bilincime sığmayacak. Işığın yokluğu aynı anda kör olmamızı getiriyordu hani ve bunu en ufak sanrıda üstünlük sayıyorduk. Ne oldu kazılarda? Bilincime inemediğimi anladığım gün ellerimi açıp bulutları çağırmamış mıydım yardımıma? Noktaları sıralamamış mıydım? Hani ne oldu kazılarıma? Başlayamadım bile. Bugün, en küçük yanılgıda bir parça değere rastlıyorsam bu inkâr ettiğimi gösterir, büyük harflerle, bilinci.

(Kazı)

İnsanların ata bindirilmiş yürekleri var. Duaları soğuduğunda, ılık bir çay ışıltısında alevlendirdikleri görsel işaretleri inceliyorlar sürekli olarak. Herkes kendi yurttaşlığının renginde başkalarına güveniyor. Başkalarında aynı akkor, aynı alev rengi olmasa bile. Ölümün bayrağı, ezelden ebede dalgalanıyor. Mutlak bayrak bu iken artık seçim yapmak neden? Dualarla birlikte kendine yabancı kılınan alkışlar da soğuyor. Başının üstünde elsiz alkışlarla her akşam dönüyorlar evlerine. Birilerinin takdirini umarak, dinlemiş gibi yaparak, onurlandırılmayı bekleyerek. Geçmiş bile olsa yaza yeniden başlamak gibi bir şey bu. Hiçbir şey söylemeden umuda dokunmak, umudun bize dokunması, ona içerlememiz. Onun bir deniz gibi alınganlığın içlerine çekilmesi. Ve onun yokluğu.

(Ayna Duvar)


Hiçbir kayıt da bu kentte varolmamız için uğraşmadı. Hiçbir yazı bu kentin köprülerinde gide gele büyüdüğümüzü, kuytu semtlerindeki kira odalarında seviştiğimizi, okullarında okuduğumuzu, sinemalarında öpüştüğümüzü‎, sokaklarına şiirler yazdığımızı belgeleyemedi.

(Bir Gece Yarısı)

Kenarına oturduğum yatağın içinde uzanan ruhsuz bedende, anılarımın kırıntılarına bile rastlayamıyorum. Gidip gelen bir bellekle bu kentin acımasızlıkları daha ne kadar çekip çevrilebilir? Dayakla, sopalarla biten bir sabahta bu kenti hâlâ sevebildiğimizi kime itiraf edebiliriz. Olmuş ya da olmamış bütün gerçekleri, yaşanmış bütün acıları bu kentin üzerine atıyoruz durmadan. Kentin sayısız yüreğinden birine bile çarpmadan, çığlıklarımız geri dönüp iki misli acıtıyor, boğazımızda eski yerlerini alırken.

Şimdi hazırım, yeryüzünü ve onu savunmaya. Her şeyin biraz daha kendine benzemeye, kendi gibi görünmeye başladığı ve her şeyin biraz daha kendi olmaya başladığı bir çağın küçük kira odamızı sarıp, baca deliğinden ufak halkalar halinde çıkıp gitmesi koşuluyla. Bu koşulu koymak istemesem de değişmeyecek kent. Her şeye karşın her şey. Bir şeye karşın her şey...

(Bir Gece Yarısı)

Belki bugünkü ödevim, varoluşunu umursamayan ve hafife alan birini, sabahı kulaklarında soğuk bir rüzgârla ve bir tutam kırağıyla karşılayan, ama akşamı hiçbir zaman düşünmemiş olan birini anlamaktı. Belki yalnızca susmaktı. Tanımadığım dostlara birer ikişer yılbaşı kartı postalayıp, çok sonradan adresleri yazmamış olduğumu anımsamaktı. Belki yalnızca kendinden uzaklaşmaktı; benim gibi kendine karşı çok hafif sorumluluklar taşıyan birini varlığını kaldıramayan zorunluluklarından arındırılmış bir tatil gününe. Evet bugün belki de orada olmalıydım, içinde ‘ben’ olmayan basit ve başka bir gövdede, içe ve dışadönük bütün sorumluluklarımdan uzak en önemlisi de bundan uzak olmalıydım. Ateşten başka hiçbir şeyden korkusu olmayan uzun, geniş, düz bir alanda, sessizliğin ince dal kıpırtılarıyla örselendiği, iki dünyanın bir araya geldiği ve üzerinde karşı tepeye kadar uzanan bir bisiklet izine dönüştüğü çizginin yakınlarında bez bir bebekle oynayan ve barış için savaşın gerekli olduğunu henüz bilmeyen, akşama doğru seyrek çalıların ardından bir görünüp bir kaybolmak taş toplayan ve topladıklarının onun için en değerli şeyler olduğunu, ertesi gün bunları kimbilir nelerle değiş tokuş edeceğini düşleyerek evine dönen küçük bir çocuk olmalıydım.

(Varoluş Özlemi)






21 Ağustos 2024 Çarşamba

Unutulan Arzular Alfabesi


“Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın.” SHAKESPEARE

AŞK  

Buralara bir yere koymuştun. Aşk, nerdeydi, yoksa unuttun mu? Gök haritanda kaçıncı dünya yılındasın, bakmaya korkuyorsun. Ne var ki tüm yaşamın boyunca, daha güzel bir duygu ve varoluş biçimi tanımadığın için çok mutlusun. Neden yaşadığını artık daha iyi biliyorsun.

BARIŞ

Çöllerden yürütmen gerekse de gemilerini, temiz bir tuz kokusu alacaksın felaketleri ve kavgaları her durduruşunda. Bu yıl ayrımında durup bir kez daha düşün, kardeşliğe ve dayanışmalara daha kolay ikna edebilmek için tüm dünya dostlarını, daha ne kadar cesur ve akılcı olmalısın?

CENNET

Karşılığı ve zıttı olmayan her mutlak mutluluk mekânı düşlediğinde tüm yanılgıların, hata paylarının da başka bir dünyaya ait olduklarını göreceksin. Sen nerdeysen orası en mutlu olacaktır.

ÇABA

Çalışmak yoracak, saatler için ve zamanın içinde işlediğin sürece. Çabalarınınsa karşılığı geç, ama zamansız ve tükenmez olan çalışmalar olduğunu bilmelisin.

DEVRİM

Değiştiremediğinde, değiştirmeyi bir kez daha, hatta sonsuz dene. Ve değiştirmeyi de değiştir, tüm başlar karanlık çukurların içine çekildiğinde. Işığın olduğu her yerde aydınlık umudu var.

ESKİ

Geçmişi hatırlarsın, fakat unutursun eskiyi. Hatırladığın sürece her şey geçmiş ve yenidir.

FAZLA

Az olmayı nasıl öğrendin? Az daha. Az sonra. Az’ı en fazla olguları pekiştirmek ve çoğaltmak için kullanıyorsan, iyi bak, aslında az yoktur.

GEÇMİŞ

Zamanın geçmesini yaratmasaydın, düşün, nasıl düz ve sıkıcı bir yer olacaktı dünya, üzerine yıkılacaktı tüm yörüngeler.

HATIRA

Orada olduğuna dair bir hafıza gözkırpması. Yüzündeki zarfın içinde sık gülümsemeler, aralıklı soru işaretleri ve durmadan ünlemler.

IŞIK

Korkularının karanlıkla yıkandığını hayal et. Kurulanınca da etrafına neşe ve güzellik saçtığını. Ve aç gözlerini. O zaman göreceksin gerçek ışıklarını kalbinin. Işık görülmez, gösterilir.

İŞ

Her şeyi masa başında anlamak ve açıklamak ne zamandır bir iş olageldi.

JALUZİ

Onu görmeyenleri görmek, onu görmek mi demektir?

KARANLIK

Orada, ışık kulesi olmuş deniz fenerlerini yitiren tüm gemiler.

LEZZET

Balık ya da kıyıdan birkaç kilometre ötede bir düşler ağı. Aç çocuk iskeleden yine geri dönüyor tatlı yengeç sepetine.

MUTLULUK

M ile başlayan kelimelerin hiçbiri mutlu değil. O da. Sırf onu düşündüğü için belki.

NEDEN

Bitti. Neden. Başlamadı. Ben. Olmadı. Sen.

ORTALAMA

Kürenin yarıçapında oturuyoruz. Dairenin çevresinden tanışıyoruz. Silindir yüksekliği kadar komşuyuz. Ortak dostumuz Pi.

ÖZLEMEK

Seni unutsam seni özlemeyi unutmuyorum. Seni özlemesem seni unutuyorum.

PARAGRAF

Uzunluk birimleri olmasa belki de sonsuz yazacağım her kısa ânı.

RESİM

Çerçevede bir aşağı yukarı yürüyorum. Müze kapanış saatine daha çok var. Yalnızlığıma.

SES

Duyuyor, ama göremiyorum seni. Yağmur tıpırtıları, pencere kanatlarının rüzgârda vurması, saksı çiçeğinin sallanması senin yankılanmaların.

ŞİİR

Bütün son dizelerinin olduğu yerde, ölüm tarihleri de taşlara kazılı.

TUTKU

Ateş pantolonun tutmayan ütüsü. Güvercin desenli mavi gömlekten gök. İkisi birbirine karışınca sessizlik büyük bir çığlık isteği.

UYKU

Ayak uçlarıma kadar yaklaştı gecenin sessiz demeçleri. Rüyayı geciktirmek için mi onca kıpırdanma, sağa sola dönmeler.

ÜTOPYA

Ay’ın da dünyada olduğu bir ülkeydi sadece istediğim. Noktalıvirgül Cumhuriyeti.

VE

Ve zamansızlık kazandı.

YAZ

“Seni ve yazı seviyordum.  Yaz, seç dedi bana o mu bu mu yoksa geçen yaz mıyım
Senin adının geçmesi için bir yazın içinde serbest bıraktım seni ve bunu anlamadın”  *

ZAMAN

Geçti. Sondu. Yarındı, tüm ertelemelerin ortak adı.

*) Yaz