***
“Şimdiki ve geçmiş zamana,” diye yinelediğimde, bunun hâla geçerli olduğuna ilişkin küçük bir gülüşü dudağının kenarında gördüm. Bu ikili bağlılık yüzünden sayıları da ikiye çıkan maskelerin gitgide çıkarılmaz bir parça olarak yüzlerle bütünleşeceği ve yüzün maskeye dönüşeceği korkusu, dudağın öbür kenarında, kadının köşeli çenesiyle eş doğrultulu bir çizgide bekliyordu. Zamana ilişkin kesinlikleri yaratan, yaşamın içine yazgılarımızı da katarak yaşayan bizler değil miydik? Evet, bu dudaklar haklı çıkacak, belki de o binada tutuklu bir sevgilinin dudaklarında bekleyişini, korkuyu silip atarak sona erdirecekti. Yüz, geçmişi, maskenin zorbalıkla takılmak istemesi ve takılması şimdiyi simgeliyordu. İkinci maske bir inadın, başkaldırının habercisiydi. Ancak uygulamada yalnız kalan bütün öbür uygulamacılar gibi kadın da yalnızca mimikleriyle derdini anlatabilme olanağına sahipti.
(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)
Zincirleme bir yaşam kurmak istemiştik, insanları en az üç bireylik ailelere bölerek. Bu yaşamda insanın bireyliği söz konusu değildi. Şu varsayımla üçeylik çıkıyordu ortaya: Bir, her insan ortadakiydi. İki, her insan solunda bulunanın adıyla çağrılıyordu. Üç, her insan sağındakinin adına yaşıyordu. Sırasıyla ortada varoluşa, solda ada, sağda yaşama sahip çıkarak. Bir de bunu deneyelim, safdilliğine kapılmadan bu türde bir zincirlemede karar kılmıştık.
(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)
Derken dediklerim çıkmış, kaçmaya başlamıştım. Artık başımı sokacak, gizlenecek bir evim de yoktu. Tanımadığım, ama suçlandığım bir kimlik altında koşmak kaçışların en tuhafıydı.
(...)
Anlattıklarında özne olarak kendini seçen anlatıcı, hiçbir zaman bu öznenin sonunu ölümle bitirmek istemez. Eğer kendini öldürürse şu kuşkuya yol açacağını bilir: peki şimdi anlatıcı nerede ve nasıl anlatıyor bunları?
(Tanrısal Açmazlar Eşiğinde Bir Çözüm Uyarlaması)
Bir evde nesneler, olgular daha belirgindir. Yatak vardır. Sonra banyo. Kirlerimizi gömebileceğimiz, akıtabileceğimiz su olukları. Bir de yağmurun içinden geçebileceği dar kanallar. Tek katlı bir evin çatısında.
(Karıkocaölünce)
“Burada olduğumuzu anlamak için çok uzaklara gitmemeli. Çok uzaklarda olan biri de bize yaklaşmadan orada olduğunu bizden öğrenebilir ve bize burada olduğumuzu söyleyebilir.”
(I,ı)
Belki bir sanrıydınız. Yokluğu tartışılmış, ama kanıtlanmamış bir sanrı. Belki ahşap bir evden çıktınız, eksik bıraktığınız yüzleri tamamlamak için. Vaktiyle sizin için çalınan bir şarkı vardı. O size adamıştı şarkısını yüzü yarımdı onun da. Ellerinden gizli kalmış bir evlilik tutkusu okunuyordu. Çağırdı gelmediniz. İstedi beklemediniz ve ona umdukları yerine düşünemeyecekleriyle çevrili bir yol gösterdiniz. Kaçışı ve istenmemeyi öğrettiniz. Mucizelerinize inanıyordu. Yüzünün bir yanı sürekli gölgedeydi ve ışıktan kaçıyordu. Bu gölgeyi kullanmayı öğretmenizi istedi sizden. Kullanmak yerine sığınmayı, saklamayı öğrettiniz ona. Peşinden kaçan siz oldunuz.
(Sanrılı Kadın)
Öteden beri tanrının avluları ve kubbesi çok yer değiştirdi. Avlu ve kubbe birbirinden ayrıldı. Avlu serinledi, ama kubbe, yani gerçek ateş, uzaklaştı ve çapını en büyük imanda kurdu. İnanç, imandan ayrıldı aslında. Kimse nereye baş koyduğundan artık kuşku duymuyor. Serinlikte toplanıp eleniyorlar ve yalnızca dayanıksızlar, ateşi olamayanlar gidiyorlar ateşe. Bir ozanın dediğinin tam tersine, ateşi olanlar avluda, serinlikte kalıyorlar.
(Neçare)
Herkes bilir. Bu otobüsle dünya da bir yere gider aslında, ancak herkesin yolu uzundur. Tartışmasız herkesin yolu ötekinden uzundur, kendine göre. Kimse yerini vermek istemez. Ayaktakilere bu yüzden kimse bakmaz. Ayaktakiler de kaçan bakışların hedefi olmak istemezler. Yol uzundur. Ağaçları vardır. İlginç yapılar, uykulu insanlar vardır. Onları izlerler. Oturanlarsa hep ikinci katları, ağaçların tepelerini.
(Neçare)
Doğduğu şehre yolculuğu herkesin çok uzun sürerdi. En azından yaşı kadar yolculuk etmeliydi herkes, ki doğduğu şehirde doğumuna yetişebilsin.
(Bir Başka Gökyüzü)
Sonunda bir küçük çember içine kıyıları alabildiğine sığdırdığımı görmekle mutluyum. Bir kez daha anlıyorum. Çabalar boşuna. Kafam, küçük ayrıntıları hasıraltı etmedikçe bilincime sığmayacak. Işığın yokluğu aynı anda kör olmamızı getiriyordu hani ve bunu en ufak sanrıda üstünlük sayıyorduk. Ne oldu kazılarda? Bilincime inemediğimi anladığım gün ellerimi açıp bulutları çağırmamış mıydım yardımıma? Noktaları sıralamamış mıydım? Hani ne oldu kazılarıma? Başlayamadım bile. Bugün, en küçük yanılgıda bir parça değere rastlıyorsam bu inkâr ettiğimi gösterir, büyük harflerle, bilinci.
(Kazı)
İnsanların ata bindirilmiş yürekleri var. Duaları soğuduğunda, ılık bir çay ışıltısında alevlendirdikleri görsel işaretleri inceliyorlar sürekli olarak. Herkes kendi yurttaşlığının renginde başkalarına güveniyor. Başkalarında aynı akkor, aynı alev rengi olmasa bile. Ölümün bayrağı, ezelden ebede dalgalanıyor. Mutlak bayrak bu iken artık seçim yapmak neden? Dualarla birlikte kendine yabancı kılınan alkışlar da soğuyor. Başının üstünde elsiz alkışlarla her akşam dönüyorlar evlerine. Birilerinin takdirini umarak, dinlemiş gibi yaparak, onurlandırılmayı bekleyerek. Geçmiş bile olsa yaza yeniden başlamak gibi bir şey bu. Hiçbir şey söylemeden umuda dokunmak, umudun bize dokunması, ona içerlememiz. Onun bir deniz gibi alınganlığın içlerine çekilmesi. Ve onun yokluğu.
(Ayna Duvar)
Hiçbir kayıt da bu kentte varolmamız için uğraşmadı. Hiçbir yazı bu kentin köprülerinde gide gele büyüdüğümüzü, kuytu semtlerindeki kira odalarında seviştiğimizi, okullarında okuduğumuzu, sinemalarında öpüştüğümüzü, sokaklarına şiirler yazdığımızı belgeleyemedi.
(Bir Gece Yarısı)
Kenarına oturduğum yatağın içinde uzanan ruhsuz bedende, anılarımın kırıntılarına bile rastlayamıyorum. Gidip gelen bir bellekle bu kentin acımasızlıkları daha ne kadar çekip çevrilebilir? Dayakla, sopalarla biten bir sabahta bu kenti hâlâ sevebildiğimizi kime itiraf edebiliriz. Olmuş ya da olmamış bütün gerçekleri, yaşanmış bütün acıları bu kentin üzerine atıyoruz durmadan. Kentin sayısız yüreğinden birine bile çarpmadan, çığlıklarımız geri dönüp iki misli acıtıyor, boğazımızda eski yerlerini alırken.
Şimdi hazırım, yeryüzünü ve onu savunmaya. Her şeyin biraz daha kendine benzemeye, kendi gibi görünmeye başladığı ve her şeyin biraz daha kendi olmaya başladığı bir çağın küçük kira odamızı sarıp, baca deliğinden ufak halkalar halinde çıkıp gitmesi koşuluyla. Bu koşulu koymak istemesem de değişmeyecek kent. Her şeye karşın her şey. Bir şeye karşın her şey...
(Bir Gece Yarısı)
Belki bugünkü ödevim, varoluşunu umursamayan ve hafife alan birini, sabahı kulaklarında soğuk bir rüzgârla ve bir tutam kırağıyla karşılayan, ama akşamı hiçbir zaman düşünmemiş olan birini anlamaktı. Belki yalnızca susmaktı. Tanımadığım dostlara birer ikişer yılbaşı kartı postalayıp, çok sonradan adresleri yazmamış olduğumu anımsamaktı. Belki yalnızca kendinden uzaklaşmaktı; benim gibi kendine karşı çok hafif sorumluluklar taşıyan birini varlığını kaldıramayan zorunluluklarından arındırılmış bir tatil gününe. Evet bugün belki de orada olmalıydım, içinde ‘ben’ olmayan basit ve başka bir gövdede, içe ve dışadönük bütün sorumluluklarımdan uzak en önemlisi de bundan uzak olmalıydım. Ateşten başka hiçbir şeyden korkusu olmayan uzun, geniş, düz bir alanda, sessizliğin ince dal kıpırtılarıyla örselendiği, iki dünyanın bir araya geldiği ve üzerinde karşı tepeye kadar uzanan bir bisiklet izine dönüştüğü çizginin yakınlarında bez bir bebekle oynayan ve barış için savaşın gerekli olduğunu henüz bilmeyen, akşama doğru seyrek çalıların ardından bir görünüp bir kaybolmak taş toplayan ve topladıklarının onun için en değerli şeyler olduğunu, ertesi gün bunları kimbilir nelerle değiş tokuş edeceğini düşleyerek evine dönen küçük bir çocuk olmalıydım.
(Varoluş Özlemi)