Bugün bir tarih atlası aldım kendime. Neden bilmiyorum. İçimden öyle geldi. Kaplar, şapkalar ve kılıflar ne işe yararsa atlas o işe yarar, diye düşündüğümden olmalı. Ya da işe gitmeden önce giyinirken, botlarımı giyerken ve kepimi başıma takarken şöyle dediğimden kendime:
“O yıl mı? Neredeydim, sahi ne yapıyordum? Dünya o yıl nasıl bir yerdi?”
Doğduğum ülkenin adına Türkiye, dediler. Adıma Gökhan.
Bir zar atımı kadar cüretkar, caddelerde yıllar öncesinden kalan Sıkıyönetim kadar özgürlüğe mesafeli; çıkılması yasak olan sokaklar kadar boş olan bir ülkede yaşıyordum. Sonrası hiçbir şeydi. Ülkenin sokakları boşsa bir yere gitmenin ne önemi var. Zaten hiçbir yere gitmemenin ülkesi değil mi burası?
Sokağa çıktım. Her taraf çiğ; çiğ bir rutubet... Islak yollarda yürürken yaz mevsiminin haberci sıcak güneşi her yeri ısıtıyor. Havadaki rutubet daha da artıyor. Ama evlerin etrafına örülen çitler kadar değil.
Sokaklar boş. Coğrafi değil siyasi Kuzey Lefkoşa’nın toprak yollarında ilerliyorum ve asfaltı görmüyorum. Birliğim birkaç kilometre ötede; tepelere doğru, kazılmış mevzilerin içinde, toprak tümseklerin gerisinde ağaçsız bir kışla içinde. Su sadece havada, erimiş olarak var.
Bir türlü toparlayamıyordum kafamı. Her şey bulanıktı. Harekat planları, tatbikatlar, atışlar, teftişler ve eğitim alanlarının sarı tozuyla bütün bildiklerim havalanıp boş bir sathın üzerine konuyordu.
Bu sathın üzerinde daha önceden bırakılmış izler vardı. Sanki benden önce de birileri geçmişti. Ben ilk değildim.
Botlarımı da bu sathın üzerine koydum. Ayaklarım fena kokmuştu şimdiden. Sıcak “kemiklerime” işliyordu. Bu sıcaklar neye yarar, dedim kendi kendime.
Ve oturup “Türkler Geliyor” başlıklı bir şiir yazdım kendime. Yıl 1996’ıydı ve orada, Doğu Akdeniz’in en büyük adasının kuzeyinde bir şehirde üzerime Türkler fena geliyordu. Bir yere kaçamıyordum.
Lefkoşa’nın surları içindeki Türkiye ve oradaki kuşatılmış ülkenin tarihini yaşamak Türkiye’de olmakla eş anlamlıydı. Hatta Güney Lefkoşa sınırını oluşturan boyası çıkmış, yamulmuş, kimisi kireç beyazına boyanmış varillerin çizgisine yaklaşınca evler, sokaklar Mağrip kentlerini andıran bir manzaraya dahil oluyordu.
Sokaklarda ilerlerken, yani bir şehri gezerken o şehre ait olmayan manzaralar da harita üzerinde bizi takip eder.
Haritada açtığımız yolların hiçbir kartografya servisinde kaydedilmediğini bilmek; çıktığımız ve düştüğümüz engebelerin, yüksekliklerin ve çukurların hiçbir topograf tarafından izlenilmediğini hissetmek: Biz bu duyguya bugün kişisel coğrafya diyoruz.
Kişisel tarih var mı? Kişisel coğrafya olduğuna göre o da var. Kaydı olmayan, sadece akıl yoluyla ve hafızayla ulaşılan bu tarih çeşidini Lefkoşa’da kendi adıma kullanırken ülkemden uzaklaşmış oluyorum. Bu uzaklaşma yüzünden Türkiye’yi sevemiyorum.
Bu ülkeyi annem, babam ve kardeşlerim kurtarıyordu. Hepimiz onu zaten yaşayarak, varolarak kurtarıyorduk ve birbirimiz adına ve “hatırına” seviyorduk onu. Sevmek zorunda olduğumuzu sonradan unuttuk. Birbirimize döndük sonra yüzümüzü. Özellikle o sayfiye kasabasında kitaplarımızı yaktığımız eylül’lü günlerden sonra.
Eylül’dü ama havalar sıcak gidiyordu. Üstüne üstlük bizim baca sürekli olarak tütüyordu. Bunun fark edileceğinden korkup su dolu leğenlerde kitapları erittik; bataklıklara geceleri sessizce kitapla dolu naylon torbalar bıraktık.
Bataklığın dibini bulan torbaların içinde yarı yarıya taş vardı. Ve o aydan sonra taşla dolu torba gibi ülkemiz de gerçek yüksekliğine, yani suyun dibine vurdu.
Askerleri evimizin etrafında gördüğüm o günden beri Türkiye’yi sevmiyorum. O askerler gelmeden önce yine sokakları üniformasız olarak dolduran daha beter “askerlerin” şiddeti ve nefreti yüzünden Türkiye’yi sevmiyorum.
Türkiye’yi sevmiyorum, çünkü “babamı öldürdüler, abimi şehit ettiler; amcama suikast düzenlediler, dayıma işkence ettiler, kız kardeşime tecavüz ettiler, oğlumu işten attılar, en küçük kardeşimi doktorsuz ve eğitimsiz bıraktılar, yengemi okula sokmadılar, dedemin emekli maaşını gasp ettiler ve annemin sosyal güvenliğini yok ettiler.” Çünkü hepsi o mağrur devlet için vardı. Hiçbiri benim kardeşim, abim, babam, annem vs. olmadı. Ama bunlar varken ve olurken ben “Türk’tüm”, onlar itaatkâr bir vatandaş sayıyorlardı hepsini. Her şeyi gördüm. Çünkü aslında ben çok değerli bir tanıktım. Bunu anlamadılar ve şimdi kürsüye çıktım, Adalet’e anlatıyorum onları.
Satın aldığım tarih atlasının üzerine çıktım. Botlarımı tekrar çıkardım. Hava en yüksek sıcaklığına ulaştı. Güneşte altmış derece ve rutubet yüzde yüz’ü geçmek üzere. Kuzey Lefkoşa ve Mağusa’ya kadar uzanan ova, yeryüzünün en susuz bölgesi, ama iki matara soğutulmuş su var yanımda.
Çıplak ayaklarımı otların bile bitmediği çöl toprağına batırıyorum. Şimdi her iki ayağım da birer ağaç gövdesi gibi.
Suyu ayaklarımın üzerini örten sıcak toprağa döküyorum. Sıcak havada soğukluğu korumanın en iyi yolu bu.
Toprak biz hep korur.
Ayaklarım serinliyor ve ikinci kez uyanıyorum.
Bir oğlum olmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder