Seni Paris’te tanımadım. Paris yoktu.
Seni bir İstanbul sokağında, ihtimal yoksul bir sokakta tanıdım. İki bina arasına gerilen çamaşır iplerinden başımı kurtarınca tanıdım seni. Tütsüler içindeydin. Boya, vernik ve çuha kokuları içinde…
Sarmalıyordun. Bacak aramdan başlayan telaşın sınırlarında gezinen parmakların uyluklarımı da sıkıyordu. Canım acıyordu, açtım ve bana doğru geliyordun. Geliyordum. Geliyorduk.
Geldim derken bile ağzın sımsıkı kapalıydı. Gözlerimle bir şeyler anlatmaya çabalarken beni tehdit eden gözlerinle daha da yanıyordu bacaklarım.
Geldim. Burası Paris. Ama sen yoktun. Paris’e geldiğimde şehrin hiçbir uzvu kalmamıştı. Kitaplar en güzel mezarlıklardı. Sahneler yanıyordu ve dansçılar yerden göğe yükselirken bit pazarı şairleri ağlıyordu, çünkü şehir elli yıldır işgal görmemişti. İşgal devri kapanmıştı ve yapılacak başka da bir şey yoktu.
Paris yoktu dediğimde ben varım, demedin. Sustun. Neyini içime çektim bilmiyorum ama bir kafede camlar buğulandı ve gazeteci çocuk sabahın belediye başkanıydı.
Şiirler çoktan lağımlardan akıp gitmişti. Seine, Akdeniz’e, deniz okyanusa, okyanus yarına kavuşmuştu ve gelecekten hiçbir şey ummuyordum, beklemek pazarında çifti elli santimden satılan balinalarla bir işbirliğim yoktu.
Paris’ten kimseyi tanımıyordum. Bu yoksunluk bana bir kimlik kartına bile yol açmadı. Olana verilenler, gidene yağanların zerresi gelene verilmiyordu.
İki yana ayırdım şehri: Olanlar ve gelenler. Her ikisinin de arası bildim bileli açıktı ama çizgi çekilmemişti. Herkes karşı çıkıyordu, olmayana bile.
Bütün saatleri sordum. Topladım sayıları. Çıkanı dünün tarihinden çıkardım ve Pont-Neuf’e böldüm. Son Otobüs Durağı’na ve Mavi Portakal Sokağı’na çıkan caddede yürüdüğüm elli adım şehrin nüfusunun bütün nefeslerine bedeldi. Çanlar anayasasız çalmıyordu artık, gök borsa kapanış saatlerinde kimsesizdi. Üzerinden hiç savaş geçmemiş bir Avrupa kentinde bulundum ve haritalara baktığımda böyle bir kent yoktu.
Paris’te öldürdüm Paris'i. İzler bıraktım. Nehrin kıyısına kadar yürüyen öpüşme izleri. Doğan güneşte
Seni bir İstanbul sokağında, ihtimal yoksul bir sokakta tanıdım. İki bina arasına gerilen çamaşır iplerinden başımı kurtarınca tanıdım seni. Tütsüler içindeydin. Boya, vernik ve çuha kokuları içinde…
Sarmalıyordun. Bacak aramdan başlayan telaşın sınırlarında gezinen parmakların uyluklarımı da sıkıyordu. Canım acıyordu, açtım ve bana doğru geliyordun. Geliyordum. Geliyorduk.
Geldim derken bile ağzın sımsıkı kapalıydı. Gözlerimle bir şeyler anlatmaya çabalarken beni tehdit eden gözlerinle daha da yanıyordu bacaklarım.
Geldim. Burası Paris. Ama sen yoktun. Paris’e geldiğimde şehrin hiçbir uzvu kalmamıştı. Kitaplar en güzel mezarlıklardı. Sahneler yanıyordu ve dansçılar yerden göğe yükselirken bit pazarı şairleri ağlıyordu, çünkü şehir elli yıldır işgal görmemişti. İşgal devri kapanmıştı ve yapılacak başka da bir şey yoktu.
Paris yoktu dediğimde ben varım, demedin. Sustun. Neyini içime çektim bilmiyorum ama bir kafede camlar buğulandı ve gazeteci çocuk sabahın belediye başkanıydı.
Şiirler çoktan lağımlardan akıp gitmişti. Seine, Akdeniz’e, deniz okyanusa, okyanus yarına kavuşmuştu ve gelecekten hiçbir şey ummuyordum, beklemek pazarında çifti elli santimden satılan balinalarla bir işbirliğim yoktu.
Paris’ten kimseyi tanımıyordum. Bu yoksunluk bana bir kimlik kartına bile yol açmadı. Olana verilenler, gidene yağanların zerresi gelene verilmiyordu.
İki yana ayırdım şehri: Olanlar ve gelenler. Her ikisinin de arası bildim bileli açıktı ama çizgi çekilmemişti. Herkes karşı çıkıyordu, olmayana bile.
Bütün saatleri sordum. Topladım sayıları. Çıkanı dünün tarihinden çıkardım ve Pont-Neuf’e böldüm. Son Otobüs Durağı’na ve Mavi Portakal Sokağı’na çıkan caddede yürüdüğüm elli adım şehrin nüfusunun bütün nefeslerine bedeldi. Çanlar anayasasız çalmıyordu artık, gök borsa kapanış saatlerinde kimsesizdi. Üzerinden hiç savaş geçmemiş bir Avrupa kentinde bulundum ve haritalara baktığımda böyle bir kent yoktu.
Paris’te öldürdüm Paris'i. İzler bıraktım. Nehrin kıyısına kadar yürüyen öpüşme izleri. Doğan güneşte
Ne demeli ki.. Bir Halil Gökhan Klasiği. Birkaç kere okumak lazım senin yazılarını şiirlerini. İlk sefer kabukları aralayıp bir inciye ulaşmayı hedefliyorum bunu yaparken aradaki bütün güzellikleri kaçırıyorum. Sonra tekrar tekrar okuyorum ve satırlardan ayrılmak istemiyorum. Her satırı hatta her kelimesi ayrı bir hikaye gibi. bunu çok begendim.
YanıtlaSil