Yüksek Kültür ve Sanat
Daireleri, Kapıcıları ve Ofis Eşyaları
HALİL GÖKHAN
1.
Geçenlerde,
hanidir almak istediğim, ama nedense duraksadığım bir aylık derginin yeni
sayısını aldım. Derginin adı “Ba…”. İlgimi daha çok, sonradan bir müzik
markette gördüğüm yabancı bir CD’nin kapağından yapılmış dergi kapağı çekmiş
olmalı ki, CD kapağını gördüğümde gülümsemiş ve bir dergi için zaten çok fazla
bir çalışma olduğunu düşündüğümü hatırlamıştım. Sözünü ettiğim CD olağanüstü
bir çalışma değildi. Belli ki dergi, kapağı çok beğenmiş ve tekrarlamakta bir
sakınca görmemişti. Aslında dergide bu kapak çalışması fena da durmuyordu.
Gelgelelim
dergi naylon poşetinde 3-4 gün boyunca gezdi durdu çantamda. Tatilime ara verip
İstanbul’a gelmiş ve hızlı bir iş hayatı diliminin içinde bocalayıp duruyordum.
En
sonunda beklenen an, yani naylonun yırtılma anı geldi çattı. Dergiyi çıkardım,
önce her zaman yaptığım gibi okumadan sayfalarını çevirdim. Yazı ve konu
oranlarını anlayarak derginin türünü çıkarmaya çalıştım. İlkin kafamda bir
müzik dergisi olduğu fikri uyandı. Bu fikre güvenmeksizin başlığını beğendiğim
bir-iki yazıyı okumaya çabaladım. Künyeyi en başta okumuş olduğum için, oradaki
isimlerin genellikle yabancı olması beni belirsiz bir heyecana zaten
sürüklemişti. Bu bakımdan yazılara başlarken bende peşin bir beğenme arzusu
zaten hâkimdi. Sayfa boş olsa bile, yani yazı olmasa bile okuduğumu beğenmeye
hazırdım. Tamam belki sürprizler peşinde değildim, ama ne olursa olsun içinde
yaşadığım dünya ve hayat için kafasına vurulan, bastırılmaya ve susturulmaya
çalışılan kalemlerin yeryüzüne çıktığı ışık sızan bir delik arıyordum ve
bulduğumu sanıyordum.
Derginin
sonuna kadar bütün yazıları okumayı denedim.
Hiçbir
yazı başlamıyordu. Sanki yazılmamışlardı. Bir dilleri vardı, Türkçe’ydi, artık
çok rastladığımız üzere Osmanlı, Fars ve Arapça sözcük seçenekleri fazlaydı,
kulağa hoş geldiği düşünülen bu seçenek arenası içinde başka yazarlarda olduğu
gibi yazı en azından fonetik olarak akmalıydı, ama olmadı.
Yazı
yoktu. Sadece matbaa hareketleri içinde ciltlenmiş 6-7 forma, dörtgen biçime
yakın bir dergi parmaklarımın arasında kalakalmıştı.
Ait
olmadığım bir yere girmiş olma hissi… Bu da tam açıklamıyordu yaşadığımı.
Yazılı ve basılı bir nesne parmaklarımın arasından kayıp giderken, gelecekle
ilgili bir soru işareti de kafamda yok oluyordu.
Hayal
kırıklığı kavramı da açıklamıyordu yaşadığımı. Çünkü bir şey beklemiyordum. Bir
serinlik, evet, belki…
Pencere
kapanmış ve ortalığı çok rutubetli bir hava basmıştı. Nefes alamıyordum. O hep
belirsiz olan gelecek artık yoktu sanki. Onu hissetmiyordum. Bu da artık beni
sokağa bile çıkarmayacak yeni bir durumdu.
O
güne kadar ben hep konuşmuş ve başkalarının beni dinlediğini sanmış olmalıydım.
Onca şey yazmıştım ve başkalarının beni okuduğunu sanmıştım. Hatta yazar
olduğumu hissetmemi sağlayacak kadar yaptığım sanat da içinde olmak üzere hep,
miras olarak aldığıma inandığım, kesinlikle günlük konuşmadan arındırdığım,
dilbilgisi ve sözdizimiyle biçim verdiğim, retorik ve prozodiyle beslediğim bir
yazıya inanmıştım. Genel ve yaygın gazetecilik dilinin hâkim olarak
kullanıldığı magazin dergilerinin sınırından da öteye pek gitmediğim için
yaşadığım bu okuyamama deneyimini o an kavramam son derece zordu. Üstelik
düşünme yetim de felç olmuş gibiydi. Belki de o güne kadar doğrusal okuma
içinden muhalif ses ve düşünceleri algılamaya alışkın olduğumdan, okuyamadığım
bir yazıyı anlayabilmem neredeyse imkânsızdı.
Tuzağa
düşürülmüş gibi hissediyordum kendimi. Tuzağı kuranlar kesinlikle okuyamadığım
yazıları yazanlar değillerdi, fakat onlara karşı bir acıma da belirmedi bende.
Ya birileri onların yazabildikleri konusunda yalan söylemiş ya da başkaları
onları okudukları konusunda dürüst davranmamıştı.
Şimdi,
okuyamadığım metinlerden örnekler vermek, onları yargılamak içimden elbette
gelmiyor, zira o şaşkınlık ve aptallık halini kaybetmek istemiyorum. Bu hal
belki bundan sonra hiç geçmeyecek. Tıpkı üzerinde bir an bile olsa yedi rengi
gösteren bir cam parçası gibi sarılıyorum bu hale ben. Durgunlukların,
krizlerin, anomalilerin çağında bunu daha çok istiyorum. Hayal kırıklığı çağı
bitti. Zevk çağı zaten bitmişti.
Bu
okumama etkinliğimi teşhis edememenin verdiği rahatsızlıkla kıvranırken
yaşadığımı daha çok hissetmemi sağlayan kültür bakterilerine selam olsun. Daha
çok hastalık yaratmak zorunda bıraktı, büyüttüğünüz sağlık canavarı. Adını
koyup gittiniz. Ve şimdi siz adını koymadan bile ben etkinliği zar zor
anlatabildim iki sayfada. Sonrasında adını koymanın artık anlamı var mı?
Anlayan anladı. Bu deneyimi yaşayanlar belki de artık hayal kırıklığına bile
uğramadıklarının farkında değiller. Onlara sözüm yok.
Bütün
bunlar günün birinde okumayı okumamaya çevirecek deneyimi, deyim yerindeyse çok
önceden yaşamama neden oldu. Bu deneyimin erken doğumu, yazı etkinliğinin
zamanımızda prematüre yazarlar ve ölüm sonrası okurlardan söz edebileceğimiz
bir kültür potasının bahsinden söz açmamızı gerektiriyor gibi. Saray, sadece
soytarıya ve gülme eylemine indirgenmiş sanki. Varlık koşulları ve nedenleri
görmezden gelinmiş bir kültür düzeyinin günümüz “yazar”ları tarafından
yağmalanması en basit deyimle masum bir fırlamalık mı? Yazı etkinliğini her
türlü sosyal ve ahlaki “boyunduruk”tan soyutlayan yeni soytarı düzeni, kültür
sarayının bandosunu da kurmaya başlamıştır kuşkusuz. Bu bandonun ağalarını babalarını
yaygın basınımızın köşelerinde zaten çoktandır görmeye alıştık bile. “Harbi”
jargonlardan taşan fazlalık kelimeler, neo-ironik üslupların, 9-8 ritmini
aratmayan yazı denemelerinin usturasında tarihlerinde görmedikleri kıyımlara
uğruyor hanidir. Bunların yanına en hızlı pop trenine yangından kaçar gibi
eklenmiş, sürprizli de olsa kabul edilmiş “yeni google yazarları” da
bindiriliyor.
Bilginin
yaygınlaşmasını, ucuzlaması olarak algılayan tekboynuzlu atların manejinde kum
ve talaşların arasında muhtemelen taze boklar da dumanlarıyla boy gösteriyor.
2.
Konuşur
gibi yazmayı tarihimizde çok kalem denedi, ama yazdığı gibi konuşmayı
becerebilenlerin olup olmadığı bir yana böyle bir denemeyi düşünmek bile
akılları epeyi zorlar, bundan eminim. Artık saklamak istemiyorum, böyle
birisini çok yakından tanıyorum. Bu işin nasıl başladığını sanırım o da
bilmiyor, fakat bugün gördüğümüz onun yazdığı gibi konuştuğu üzerine bir
tespitten daha da ötesi: Apaçık bir gerçek. Onun yazarken konuştuğunu
sanıyorum, konuşurken de yazdığını. Onun bu imkânsız “diyalektiği”, okuma
konusunda büyük şüpheler edinmeme yol açıyor ne zamandır. Kendime engel
olamıyorum.
Onun
okuma referanslarının görkemi hepimizi yıllardır büyüledi.
Onun
konu yelpazesi, ansiklopedi kavramının tarihsel sınırlarını sürekli olarak
zorladı.
Onun
kendisini bir ansiklopedi içinde öldürmek istemesine hiçbirimiz karşı
çıkamadık.
Ve
en sonunda yazdığı gibi konuştuğu zamanlardan birinde gitmesini bekliyoruz.
O
yazdığı gibi konuşmaya başladığında okuma, yani yazı saydamlaşıyor. Söz
bulanıklaşınca onu okumaya başlıyoruz ve konuşma da saydamlaşıyor. Sözün ve
yazının klasik sınırlarını kendine göre değiştirme çabası, bu sınırın ufuk
çizgisi olduğunu göremeyecek kadar egometrop oluşu -bu terimi eminiz
duymamıştır, ona armağan ediyoruz, bunu kullanmak çok hoşuna gider- bandoda
onun da şef olarak yer almasını sağladı ve birçok soytarı yetiştirdi. En ahlaki
eylemin kendine gülme olarak yer etmesini sağladı.
Ve
onun tek gidiş bileti bir yazı şablonu olacak biliyoruz. Üzerinde sadece onun
beylik edat, tümleç ve zamirlerinin yer aldığı; konu değiştikçe özne, yüklem ve
nesnelerin sokulup çıkarılacağı bir otomatik yazı makinesi. Özdevinimsel yazı
değil.
Bu
biletin kesilmesinden sonra artık herkes yazardır.
3.
Ortada
hiç marş yok ve bando çalmaya devam ediyor. Ama şef olup bitenlerin farkında,
her şey kontrol altında ona göre.
İnternet’teki
forumlar, yorumlar, bloglar, kişisel siteler… Okurların yazarlardan intikamı
mı?
Belli
ayrım ve sınırlar yüzünden okur tarafında kalmaya mecbur olanlar için bu
intikam çok insani görünüyor, çünkü yazmak İnternet’e kadar otokratik ve
bulanık bir eylem olarak okurların başında sallandı durdu, fethedilemeyen
gizemler kalesine dönüştü. Gizem yazarı oluşturdu, yazıyı sakladı, retorik ve
onun büyü imkânları da kaleyi yüzyıllarca korudu.
İnternet’i
matbaanın icadından, hatta volumenden kodekse geçişten daha az önemli bir
devinim -devrim değil- yapan şey, onun araçsal değil ağsal oluşudur. Bilginin
roketle uzaya çıkışı gibi bir şey. Üçüncü boyutunu, yani gezi imkânını
yakalayan bilgi de İnternet’te kendisini değil, kendisine erişilmeyi
ucuzlaştırdı, çünkü onun nasıl ve nerede kullanılacağını bilmek hala en pahalı
edimlerden birisi. Daha çok bilgiye erişim, gerçeğe en yakın yorum ve analiz
demek, oysa son on yıldır kimse bunu yapmıyor. Çünkü herkes “pazar”da.
Okuldan,
evden, camiden, devlet dairesinden, meclisten çıkan herkes bu pazarda buluştu.
4.
Marş
bitti, bando paydos. Bu ne zaman olacak?
Herkes
kendi başına çaldığı zaman. Düzen yoyosu bizi hep bandoyu toplamaya, ortak
bildiğimiz düzenin içindeki eleman olarak ortak bir marşı çalmamızı çağırıyor.
Herkes,
kendi bildiği gibi kendi başına düzensiz bir şekilde yazabilir mi?
Yazı
her şeyden önce kutsal kitap demektir, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil,
bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar, hesaplar…
Televizyon
sesi ve görüntüyü yıllarca destekledi; tanıttı, övdü, kullandı ve şimdi
İnternet kazanına attı. Müzik endüstrisi kendi ölümünü görüyor. Sinemanınki
kapıda. İnternet erişim hızına bağlı her şey.
Yazı
için henüz böyle bir tehlike yok.
Yazı
her şeyden önce kutsal kitap demek, kanun, senet, çek, loto kuponu, tahvil,
bono, hesap cüzdanı, hesaplar, hesaplar…
5.
Kaybolmaya
yüz tutanlar: Kavramların ses, sanat ve fikir değerleri.
6.
Sonra:
Yüksek sanat ve kültür daireleri, kapıcıları ve ofis eşyaları…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder