9 Haziran 2012 Cumartesi

Kürtaj ve Futbol

Yakar ve top

Küçükken okulda en çok yakartop oyununu severdim. Kızlarla en yakın olduğumuz oyun galiba o oyundu.
Hayatsa onlardan arındırıldığımız, onlarla aramıza kalın duvarların örüldüğü acımasız, adaletsiz bir oyunmuş, çok sonraları anladık bunu.
Az önce gene büyük bir laf ettim. Doğru ya da yanlış, yerinde söylemediğimiz sürece yanlış atmosferde kaybolan sözler mezarlığının müdavimiyiz; bazen en iyi bildiğimin de bu haritacılık olduğunu düşünüyorum.
Kızlar kaçıp duruyordu ve biz onları yakmaya çalışıyorduk. Gen ve hormonlarımızın masum dürtülerinin ayarlarıyla oynadığımız zamanlardı.
Kimse inanmayacak belki ama bizim takımın yanmayan son adamı hep ben olurdum, çünkü kurbanların arkasına saklanmayı iyi bilirdim ve karşı takımda da genellikle Berrin kalırdı. Tazı gibi koşan ve sincap gibi zıp zıp zıplayan bir kızdı Berrin.
Ve Berrin her zaman en iyi yaptığı şeyi yapar, en iyi nişanını alır ve topu kıçıma nişanlardı.
Hala Berrin'e bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yandığımı bilmiyorum. Bildiğim şey şu sadece: Bir tek ona aşık değildim.

Kürtaj ve futbol

Her ikisinin de en önemli ortak özellikleri önceden içlerine bir şey konulmasında yatıyor. Kürtajın kurtuluş macerası, futbolun gol tutkusuyla birleşince ortaya giriş-çıkış tüneli gibi, kafamızı sokmaktan ve çıkarmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz o oyuk çıkıyor. Bu oyukta hem yalnız hem de galibiz. Yalnız olunca rakipler ve düşmanlar yok oluyorlar, gol atınca da doğumun tam tersi bir olgu gerçekleşiyor: Girenin çıkamaması durumu. Tabii ki gol öncesi ofsayt ya da faul yoksa.
Keşke sekste de benzer nizami kurallar olsaydı. Kuraldışılıkta goller sayılmasaydı. Seksteki tek kural biyoloji.
Seksi yönlendiren tek tehdit ise, bebek endişesi. Kadını doğurganlık jübilesine kadarki seyahatinde seks, bir partnerle uyum sorunuyken daha sonra zaten tedavülden kalkıyor.
Kürtaj ise bu seyahatte hep taca atılan top örneği, maçı durdurma ve sonra kalınan yerden hasarsız devam etme taktiği olarak karşımıza çıkıyor.

Ortaçağ'da çocukluk ve kadın var mıydı?

Şüphesiz yoktu. Tıpkı antik Yunan sitelerinde kadının soyu devam ettirme soyluluğunun bir bileşeni olması gibi Ortaçağ'da modern anlamıyla çocuk ve kadınlara rastlanmazdı. İnsanoğlu bebeklikten, yavruluktan sonra doğrudan yetişkinliğe terfi ettiriliyordu. Bu konudaki belirleyici başlangıç ise fertilite, yani doğurganlık ya da üretkenlikti.
Ortaçağ'ı şimdiki zaman kurallarına göre yargılayabilir miyiz?
Bunu yapmak bizi daha iyiye ve doğruya götürmez; aynı zamanda daha iyi ve doğru bir yere ilerlediğimizi inkar etmemize yol açar bu yargılama. Suçlar unutulmaz elbette, ama cezalar da geçmişe ilerleyemez.
20. yüzyılın ikinci yarısında kadın ve doğurmama haklarını elde eden dünyanın latif cinsi kadınlar için, gelecek daha açık ve güzel görünürken, kadraja giren siyah bulutlar gündoğumunu daha da belirginleştiriyor.
Doğada her şeyin bir vazifesi var.