30 Aralık 2011 Cuma

sen olan sen ve ben olan sen.

sevgili sen 

ne zamandır içinden çıkmakla içinde kalmak arasında bir kararsızlığa düşmüştüm. sen demek bu kararsızlığı kararttı. artık daha karanlık düşüncelerim var sen hakkında. senin gecem olabileceğin konusu gibi. 
sen beni geri döndürdün. 
savaşa gidiyordum ve yolumun üzerine çıkıp meleklerin de savaşabileceğini gösterdin bana. 
sana bu yüzden hiç sen diyemedim. savaş ikiye böldü bizi. sen olan sen ve ben olan sen. 
seni öldürmek isterken kendimi korudum ve seni yok etmek istedim. bu iki eylem birbirini durdurdu, ancak yalnızlık çoğaldı bunların arasında biz kalınca. 
şimdi sen de ben de yeniden geldiğimiz bozkırlara savrulduk. 

senle kal. sevgiler. 

ben

Kendi Ülkende Yabancı








Kendi Ülkende Yabancı

Eskiden silah taşırdın.
Kertenkeleleri bilirdin. Ağaç ve kaya kovuklarını.
Hoşuna giderdi. Avdan dönerken yaban üzümleri koparırdın ve kadının karnında ezerdin. Şarap olduğunda üzümler kadının üstüne yığılıp kalırdın.
Üzümün buğusu tene benzerdi.
Başın, alır başını giderdi. O mitolojide ve destanda yaşamayı öğrenmek istemezdi. Yeni yerler yurtsardı.
Yeni karınlar. Av bedenleri. Tutsaklar. Ganimetler. Saraylarda konaklamalar.
Kral savaştan önce seni iyi ağırlar, sonrasında daha az vermek için kötü davranırdı. Lejyonda kural buydu. Daha çok altın için de savaşman gerekirdi.
Daha çok altın için öldüren kralların daha çok altın için savaşan lejyonerleri.

29 Aralık 2011 Perşembe

“Daha önce birlikte olduğun ve hala görüştüğün biri var mı hayatında?”


déjà-vu


Senin şehirde bulunmadığın ve meşgul olduğun her fırsatta daha öncesinde “topu topu” bir gece birlikte olduğu erkek arkadaşıyla görüşüyordu. Onunla seni tanıştırmaktan sürekli kaçınmıştı; senin yanında onunla telefonla konuşurken sessizleşiyor, sen başka bir odaya geçtiğindeyse bülbül kesiliyor, kahkaha üstüne kahkaha patlatıyordu.

Karnın yanıyordu. Boğazın düğümlenmişti. Kilitlenip kalmıştın.

Bunun bir adı olmalıydı. Déjà vu? Hayır... Daha önce başına gelmemişti, ama başkasında görmüş olmalıydın.
G., D.’yi çok seviyordu ama başka kadınlarla olup onu kızdırmaya ve kıskandırmaya tutsak etmişti aşkını. Onunla olsa aşk bitecekti sanki... Son olarak G., E. ile birlikteydi. G.’nin D. ile görüşmeye devam etmesi E.’i çileden çıkarıyordu. Ve G. D.’nin çok yakın bir arkadaş olduğunda ama sadece öyle olduğunda ısrarlıydı. Fakat E. buna asla inanmadı. G.’nin D.’yi arayışı, ona sürekli ve düzenli vakit ayırışı her şeyi açıklıyordu: G. aslında D.’yi seviyordu ve E.’de -ve benzerlerinde- avuntu buluyordu bu kara sevdayı bir an olsun unutmak için...
Bu durumu sen de onda ve hiç ihmal etmediği, senin şehirde bulunmadığın ve meşgul olduğun her fırsatta görüştüğü erkek arkadaşında buluyordun. Oysa sen kıskançlıkla ve kıskançlıklarınla baş edebilen bir erkektin. Üstelik o, bir konuşmasında onunla bir gece birlikte olduğunu -o zamanki erkek arkadaşını cezalandırmak üzere- ağzından kaçırmıştı; üstüne üstlük ikinizi tanıştırmaktan sürekli kaçınıyor, yanında telefonla konuşurken bile sessizleşiyor, sen başka bir odaya geçtiğindeyse bülbül kesiliyor, kahkaha üstüne kahkaha patlatıyordu.

Tıpkı en son olarak karnının yandığı, boğazının düğümlendiği, kilitlenip kaldığın o akşam gibi. Onunla yine telefonda sessiz sessiz konuşuyordu. Çünkü yanındaydın.
Kendini yatak odasına zor atmıştın. Onun bu ani çıkışı anlamaması için bir mazeret bulmuş, önce tuvalete yönlenmiş ardından hissettirmeden yok olmuştun ortadan. 
Kulak kabarttın. Telefonda konuşması birden akıcılık kazanmıştı, daha rahat ve “bayağı” cümleler kuruyor, kahkahalarını ölçüp biçmeden koyveriyordu.

Onunla konuştuğu ilk telefon görüşmesinde yanındaydım ve yine ortadan yok olup şunu düşünmüştün karnında o ilk küçük sızıyla:  “Onunla telefon ederken kahkaha atması, seninle olduğundan daha rahat olması... Acaba hangimizi gerçekten seviyor?”

İçinden çıkamamıştın. Bir kadın sosyal ve özel hayatını nasıl bu kadar ayırabilirdi? Her iki hayatta da erkeklere ayrı ayrı yer vermesi nasıl mantıklı karşılanabilirdi?
Çok modern görüşlü olmakla övünmüyordun, ama bu iddialı yanından başka Osmanlı tarafların da vardı. Bu tarafını modern görünüşünü kontrol eden, kendini kapılıp koyvermeni kontrol altına alacak bir baskı unsuru olarak görüyordun.
Ama bu durumda içindeki o huysuz adamın, öfke dolu erkeğin patlaması işten bile değildi. Çünkü birlikte olduğun kadın önceden bir kez de olsa yattığı adamla sosyal ilişkisini her türlü şartta devam ettiriyor, belki bu durumu meşrulaştırmak için sana onu “çok fazla kıskanmamanı” öğütlüyordu. O zaman seni daha az sevebilirdi. Kime karşı neyi, niçin koruyordu?

Bu olayda G. ve D.’nin ilişkisinden farklı olmak üzere seni zorlayan şey onun, sonuç olarak bir kez ya da bir gece birlikte olmuş olmasıydı. Onu artık kardeş olarak görmesi, erkek yerine bile koymaması umurunda değildi. Erkekleri iyi tanıyordun. Bir erkek, yattığı kadını başka bir erkekle gördüğü zaman garip bir gurura kapılırdı. O gururu çok iyi tanıyordun. Çünkü sen de hissetmiştin çok kereler yakından bu duyguyu...

G. ve D. nin aşırı “sosyal” ilişkisi G.-E. flörtüne son vermişti. Üstelik bu finalden cesaret alan G., D.’ye açılmış fakat karşılık göremeyince hakkında dedikodular çıkarmış ve böylelikle her türlü “sosyal” ilişkisini bitmişti. E.’ye göre G.’ye gün doğmuştu. G. artık istediği kadar D. ile birlikte olabilirdi. Bu fikrinde bir yere kadar haklıydı E.

G., D. hakkında çıkardığı dedikoduların doğruluğu üzerine açık bir tartışmaya girince aslında geçici bir süre onu kaybetmişti. Olan olmuş kaybeden E. olmuştu. Belki yakın bir gelecekte G. ile D. kazanan taraf olacaklardı.

Peki senin “E. olmanı engelleyen” neydi? E. gibi kenara çekilip birkaç yıldır adı konmayan ve uzatıldıkça taraflarına haz veren bir gizli aşkı mı açığa çıkaracaktın? Doğrusu bu seni hiç ilgilendirmiyordu. Asıl öfkelendiğin daha önce yattığı erkekle(rle) hala görüşen bir kadınla birlikte olmaktı. Bu seni çok boğuyordu. Dayanamıyor, sadece unuttuğun zamanlar rahatlıyordun. Onunla telefonda konuşurken attığı kahkahaları belki onun koynunda, onunla sevişirken de atmıştı. Aynı ağız ve aynı nefesle... Onun elleri kadınının en mahrem yerlerini tutmuş, kadının ise daha dün evine misafir ettiği adamın mahrem yerlerini o gece okşamış, öpmüş ve onu içine almıştı. Aynı yatakta terleri birbirine karışmıştı.

Peki ya onun daha önceki erkekleri? Ama onlar şimdi sadece birer isimden ibarettiler. Telefon defterinde ya da mektuplarda... Asıl dayanamadığın daha önce birleşmiş iki vücudun birbirlerine engel olarak tekrar dikey olarak bir araya gelmelerindeki koca yalandı... Hiçbir zaman bir araya gelmeleriydi arzuyu önlemenin tek çaresi. Çünkü beyin hatırlamasa vücutlar her zaman her şeyi hatırlardı.
Seni çileden çıkaran bu olaya artık son vermeli ve “kendin için”, özgürlüğün ve sağlıklı bir kafa için onu artık onu “bir an önce” terk etmeliydin. Terk ettikten sonra senden alacağı ilk intikam hemen onun yanında soluğu almak olacaktı. Ve belki de yine...

Bunları düşünmüyordun bile... Sana lazım olan yine sendin... Ve bir an önce dengeye kavuşmalıydın ve daha tutarlı bir ilişkin olmalıydı. Ve bu kez tabii ki yeni aşkına ilk sorun şu olacaktı:

“Daha önce birlikte olduğun ve hala görüştüğün biri var mı hayatında?”



26 Aralık 2011 Pazartesi

Karanlık yok bombardımanların aydınlattığı gecemizde.


Sıkıyönetim

Mahmud Derviş


Burada, tepelerin sağrısında, zamanın ritmine ve alacakaranlığa karşı
Kırık gölgeli bahçelerin kenarında
Mahkûmlar ne yapıyorsan bizler de onu yapıyoruz
İşsizler ne yaparsa:
Umudu ekip biçiyoruz.

***

Şafağa hazırlanan bir ülke. Daha yavaş yürüyoruz
Çünkü kolluyoruz zafer saatini:
Karanlık yok bombardımanların aydınlattığı gecemizde.
Düşmanlarımız pusuda ve düşmanlarımız bizim için yakıyorlar ışığı
Mağaraların karanlığında.

***

Burada, hiç “ben” yok.
Burada Âdem hatırlıyor kil tabletindeki tozu

***

Ölümün kıyısında, diyor:
Kaybedecek hiçbir izim yok artık:
Özgürüm ben özgürlüğün kıyısında. Geleceğim ellerimde.
Çok yakında atılacağım hayatıma,
Özgür doğacağım, anasız babasız,
Ve seçeceğim adım için deniz mavisinden harfler...

***

Burada, yükselen dumanlarda, evin merdivenlerinde
Zaman için bile vakit yok
Tanrı’ya yükselenler gibi yapıyoruz:
Unutuyoruz acıyı.

***

Homeros’tan hiçbir akis yok burada.
Gerektiğinde kahramanlar çarpıyor kapılarımıza.
Homeros’tan hiçbir akis yok burada. Bir general
Uyuyan bir devleti arıyor
Gelecek bir Troya’nın harabelerinde.

***

Kapı önlerinde duran sizler, girin içeri,
İçin bizimle Arap kahvesinden
Bizim gibi insan olduğunuzu hissedeceksiniz
Evlerin kapılarında bekleyen sizler
Çıkın sabahlarımızdan,
Sizin gibi insanlar olmak
Rahatlatacaktır bizi!

***

Uçaklar göründüğünde, havalanır güvercinler
Beyaz beyaz, yıkarlar gökyüzünün yanaklarını
Özgür kanatlarıyla, ki ordadır ışığı ve mülkiyeti
Oyunun ve afyonun. Daha yükseğe daha yükseğe havalanır
Güvercinler, beyaz beyaz güvercinler. Ah, ah ki gökyüzü
Bir gerçek olaydı eğer... (demişti bana iki bomba arasından geçen bir adam)

***

Serviler askerlerin arkasında, minareler savunur
Göğün yıkılışını. Demir çitin gerisinde
Askerler işerler - bir tankın korumasında -
Ve sonbahar günü bitirir altın sarısı gezisini
Geniş bir yolda Pazar ayini sonrası bir kilise gibi

* * *

(Bir katile) Kurbanın yüzüne dikkatle baktıysan eğer
Ve düşündüysen, hatırlayacaksın gaz odasındaki
Anneni, bağışık tutulacaksın tüfeğin aklından
Ve fikir değiştirmiş olacaksın: Kimliğini bulmuş gibi olmamak için

* * *

Sis karanlıklardır, karanlıklarsa beyaz dişler
Portakal kabukları ve vaatlerle dolu kadın gibi soyulmuş

* * *

Kuşatma bekleyiştir
Bekleyiş fırtınanın ortasına çevrilmiş bir ok

* * *

Yalnızız yalnızdık, sonuna kadar
Gökkuşaklarının ziyaretleri olmasaydı

* * *

Bu yaygının ardında kardeşlerimiz var
İyi kardeşler. Severler bizi. Bize bakar ve ağlarlar.
Sonra gizlice derler:
“Ah! Ah! Haberimiz olsaydı işgalden.” Sözlerini tamamlayamazlar bile:
“Biz yalnız bırakmayın, bizi yalnız bırakmayın.”

* * *

Kaybettiklerimiz: 2 ila 8 şehit günde.
Ve on yaralı.
Ve yirmi ev.
Ve elli zeytin ağacı.
Bütün bunlara şiiri, tiyatro oyununu ve sonsuz tabloyu
İçine alan yapısal kırılmayı da ekle

* * *

Bir kadın buluta söyledi: Sevgilim gibisin
Giysilerim kanla.

* * *

Artık yağmur değilsin aşkım
Ağaç ol
Bollukla yıkan, ağaç ol
Ve ağaç olmazsan aşkım
Taş ol
Yıkan rutubetle taş ol
Eğer taş olmazsan aşkım
Ay ol
Sevgilinin rüyasındaki ay ol
(Böyle konuştu cenazesinin defini
sırasında bir ana oğluna)


Ramallah, Ocak 2002

(Fransızcadan çeviren: Halil  Gökhan)

“Ceci n’est pas un penis!”


“Fotoğraflıyorum
ağzını,
enseni,
ellerini,
dilini,

soyun çirkin hayvan,
korkma!”

Rodica Dradhincescu










Artık çağrılmaya bile korkuyor. Bütün kötülüklerin altından o çıkıyordu ya. Ya da o kötülükleri altına alıyordu. “Bu sadece bir kötülük değil” denmesini isterdi, ama bunun yerine onu çağırıyorlar.
-C.E.U.P!
-C.E.U.P!
-C.E.U.P!
Ortaya çıkmak, büzüşmek ya da düzüşmek ne zamandır kötülük sanatı?
Sen kimsin?
Kasıklarında bir hesap defterinin. Beyninde iktidar larvalarının. Aynaya bakıp temizleniyorlar. Dişlerden beslenenlerden daha masum o son bakışı içine çekerken, ıslak bir ağzın içine yapışmayı, utancından orda kalmayı düşünüyor sürekli.
Kimsen neysen o yazılacak.
Kalem dile batalı beri sinekler yazıyor, ucuna şeker damlamış gibi.
Önce bak sonra dinle. Dinle sonra gene bak.
Senin gibiler yumuşakken sever. Anne gibi büyütmeyi…
Son sözün bu olmalı: Erkek bedeninden yapılmış bir cehennem, erkek uzuvlarının 40’lı paketler halinde satıldığı bir vitrinde.
(Takside unutulur hediye paketi. Yeni bir kadın müşteri bulur şoför beye verir. –Şoför Bey ne var paketin içinde? -… –Şoför Bey ne var paketin içinde söyleyin, ama ben buldum. –Hamfendi… - Şoför Bey?..)

Hayatımızın resimlerini incelerken o paketin tıka basa “giden kadınlarla” dolu olduğundan adım gibi emindim.
(Ne gündüz ne gece şoför bey pakete dokunamadı. Issız bir yoldan geçerken. Durdu. Açtı baktı içine. –Buyrun hamfendi bakın…)

Beni bu bacakların arasına kim bırakmış olabilir?
Ordakinin bacakları arasındaki eksiklik mi?
Kendi bedenimizi yapmamızı engellemek için olduğunu düşünmüştüm…





25 Aralık 2011 Pazar

Sinemanın en tehlikeli görevi ne?








Sahnedeki Hareketli Cezaevi: Sinema 


Soldan sağa afişleri okuyorum.
Mission Impossible: Ghost Protocol.
Sinema her zaman tehlikeli görevlere soyundu: Televizyonu yarattı, radyoyu görselleştirdi; otomobil ve uçaktan sonra en hareketli üçüncü kültür olarak hayatlarımızı cezaevine çevirdi.
Sinema üzerine karamsar düşünceler geliştirmenin hiç alemi yok; o zaten bunu sizin adınıza yapıyor. Şenliğin ortasında kitlelerin büyük lütfunu hoyratça harcıyor.


Hayatının bir anlamı yoksa, hayatın felsefesine soyunursun. Ve bunu bir anlam aradığın konusunda kendine yalan söyleyerek yaparsın.
Çok düşünmek mutluluk getirmez sana, mutlu olmayı çok düşünmek de bunu sağlamaz.
Verilmemişse bile bir sahne ararsın. Eğer kapatılmış hissedersen kendini, bir otorite.
Atmosferi değil mekânı solumaya başladığında her şey biter. Sahne karşısında oturma bağımlılığı içindesin. Dünya ve fizik kuralları yerine hapishane ve toplum kuralları başlar. Yanılıyorsun; hapishane toplumun zıddı değil bileşenidir.
Ve toplum sahneyi kutsallaştırır. Tek’i, bir’i önüne koyar. Ya tek ya hiç olacaksın. Hiçlikte sanal bir çoğunluk, çoğulluk vardır. Hiçlik iktidardır. Hiç homojendir. Bir olma yerine birbirine benzeme olasılıklarını zorluk çıkarmadan sana verir. Yaşadığın evren ile, yaşamadığın Evren arasındaki her türlü bağlantının sağırlaştığı bu hiçlik sana kaybolma korkunu kaybettirir. Aramaz sormazsın hiç olunca. Anlamın anlamı yoktur.
Koltuklar dolar, localar taşar. Biletçiler, yer göstericiler kalabalık arasında kaybolur ve tam o sırada sahne hareketlenir. Aynı röpertuvar başka binlerce yerde daha gösterilmelidir. Uyku bozulabilir. Hiçliğin foyası ortaya çıkabilir.
Tehlike anında salınan adrenalin kendini kopyadan öteye gidemez. Seni kapatan aklın bu kez senden korkması onun için hiç de iyi değildir.
Ve sahneyi perdeye indirgeyen keşif ânı çoğalır, yeniden her şey bir gişeye, klişelere kavuşur. Kapatılma kutsanır, senin zamanının nasıl ve hangi hikâyeyle geçeceğini bağıran afişler asılır: Bu akşam bu sinemada!

Sanallığa Veda Günleri Başlıyor
















Sanallığa Veda Partisi

1.

Kaybetmektense bulamamayı tercih edenlerdenim. Bu sözü Picasso'dan da çalmış olabilirim gri beyin hücrelerimden de.
Ne demişti Picasso?
"Ben aramam, bulurum."
Neden bu kadar çok söze ihtiyaç duyuyoruz ve mutlak bir söz her şeyi açıklamıyor?
Arayışlarımızın ve bulamayışlarımızın akranı mı eksiklik duygumuz?
Bir de anlam karanlıkçıları var. Kapalı oldukları kadar karanlık olmalarıyla da övünen.
Ben karanlık oldum ama karanlıkta kalmadım. Geçtim gittim ordan.
Bana kalan sadece karanlığın içindeki anti-maddeydi. Bu yeni maddeyi günlük hayata tuttuğumda anlamların ve kavramların üzerindeki o kolay örtüler birdenbire değişti. Tek bir örtünün olmadığını, her şeyin aslında bir gökkuşağı olarak göründüğünü gördüm o anti söz maddesi sayesinde. Bunun adını bulamayınca şiirsellik dedim ve geçtim. Kalamazdım.
Beni aydınlığa, ışığa çeken neydi peki? Kukuletalarını başlarına geçirmiş, nuh nebiden kalma defterlerine mum ışıkları altında kapanmış ve karanlığı, anlaşılmazlığı durmadan terennüm eden ve buyuran bu kör meclise bir zamanlar neden dahil olmayı çok istemiştim? İşte hepsi bu anti söz maddesiyle ilgili. Bugün bunu anlayabiliyorum.
Latincede var mı yok mu bilmiyorum, ama ben bu duruma "copypastus human" demek isterdim, eğer ki saçmalamak ciddi bir şey olsaydı.
Şimdi kendime sorabiliyorum: Bilgiyi neden sakındım hep yazarken. Gerçi içine tıkış tıkış bilgi doldurulmuş, ilk başta sıkıcı gelen sipariş yazılar da yazdım ve hepsinin de salt parayla ilgisi vardı. Ve bir gün şunu gördüm ki en leziz yazılarım onlardı. Benim için değil okur için. Ne felaket!
Bakın görüyor musunuz, okur hep orada sözün kendisine gelmesini, pasın kendisine atılmasını sürekli bekliyor ve bu da yapılınca basıyor kalayı: Benim işim var bu yazıda? Beni hem gözetmeyeceksin hem de göz kırpmadan bakacaksın bana?
Okurun istediği sadece bu mu? Okur ne istiyor? Acaba ne istediğini biliyor mu?
Okur ne olduğunu öğrenmekten başka bir şey istemiyor.
Bense artık bunu yapmak için bir şey okumaya izlemeye ihtiyacının kalmadığını söylerken bir başkası kalkıp bunun geçici bir körleşme ya da sağırlaşma olduğunu savunabilir tabii. İnsanın kendine karşı körleşmesi, sağırlaşması yazının icadından sonra başlayıp başlamadığını sorgularken okumanın icadına hiç bakmıyoruz. Dikkatimiz devamlı olarak hep sunulanda. Aktörde. Sahnede. İzleyici eden bu kadar kendini saklıyor, bir koltuğa, sandalyeye, masaya ve gözlüklerin ardına hapsediyor.
Bu tuhaf tevazu mu onun en büyük bilgeliği?

24 Aralık 2011 Cumartesi

Katia


2.

Bahçede bir zeytin ağacı vardı. Ağacın altında geceden kalma bir masa. Meze tabakları, karaf ve şarap kadehleri hala masadaydı. Tozlanmıştı. Belli ki masanın üzerinden yoğun ve uzun bir gece geçmişti. Madame Hortense’ın oteliydi burası. Bir zamanlar yazar ve Zorba’ya misafirlik etmiş Girit adasının bir tepesindeki köydeydik Katia ile. Küçük bir otel yapımı için ordan iyi bir teklif almıştı. Beni de çağırmıştı Katia oraya.
“Sadece sadık birisine ihtiyacım var, nasıl biri olduğu ne iş yaptığı önemli değil,” demişti yerde meze paketlerini toplarken ve yüzüme bakarken.
Seçilmiş bir kişi edasıyla teklifi hemen kabul etmiştim.
Benden sadığını bulamayacağını ona özel nedenlerimle bir güzel anlatmıştım. Sadakat benim öteki adımdı. Ama genelde bu adı kullanmazdım toplum içinde.
Moskova-Atina uçağı bizi epeyi salladı. Atina’dan malzeme yüklü özel bir tekneyle Girit de üç saatimizi aldı.
Aleksi Zorba ve Kazancakis hayranı bir İngiliz vaktiyle Madame Hortense’ın otelini satın almış yıllar sonra da küçük bir otel inşaatı olarak restore etmeye kara vermişti. Katia’nın adı oldukça iyi biliniyordu mimarlık alanında.
Girit’te önce küçük bir otele yerleştik. Ustalar ve işçiler bir pansiyona ancak sığmışlardı. İlk başta onları kontrol eden bir koordinatör olacağımı sanmıştım, ama Katia yerleştiği otelde bir başka oda ayırtmıştı bana. Kısa süre önce bir mezeci çırağıyken, yere düşen paketleri toplarken yardım ettiğim ünlü mimar beni dünyanın en neşeli adasında bir çalışmaya davet etmişti. Sadık birisi, demişti; henüz bunu tam olarak anlatmamıştı.
Mayakovski kitabımı yanımda getirmiştim. Uçağın en sallantılı olduğu vakitte onun intihar ettiğinde yanında bulunan şiirini okuyordum tesadüf:
“Aşkın küçük sandalı / hayat ırmağının akıntısına / kafa tutabilir mi!” diyordu şair. Sevgilisi Veronika evlenme teklifini geri çevirmişti. Ben “Son Mektup”u okurken uçak da son sarsıntılarını yaşıyordu. Sonradan duru bir göl yüzeyine konmuşçasına sallantısızca Atina’ya indi.
İlk çalışma günü küçük keşiflerle geçti. Ben bir hamakta uzanmış Madame Hortense ile ilgili bir broşür okuyordum. 1950’lerde basılmış bu broşür otelin tanıtımı için kullanılmış, sonra da bir kenara atılmıştı. Duvarın ayrık taşları arasında bulduğum bu broşürü okurken bir yandan acı limonlardan yapılmış buzlu limonatamı -az da votka katılmıştı içine- yudumluyordum. Hafif esinti yüzümü yakıyordu. Katia beni görüyor ama hiçbir şey demiyordu. Tembel bir koca edasıyla, iklimin ve coğrafyanın eril kaderine kapılmış miskin miskin hamakta uyukluyordum.
İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Zaten Katia benden hiçbir şey istemiyordu. Hayatın ırmağının akıntısına kafa tutabilir miydi? Ben akıntının kendisiydim. Kıyıda durup el sallamaktan başka bir şey yapmıyordu. Kuzey’in buzlu havasının sonrasında Akdeniz beni fena çarpmıştı. İklimler arasında kalmak iki kadın arasında kalmaktan daha kötüydü.

Bu miskinlik Katia’ya da bulaşmış olacak ilk çalışma gününde erken paydos verdi işçilere. Aynı ağaçlara ikinci bir hamak kurdurarak “yanıma uzandı”. Bir puro yaktı. Güneş gözlüklerini temizledi.
Ardından otelin bekçisine zeytin ağacının altındaki masayı hazırlattı. Güneş ufka yaklaşıyordu.

Katia ile kumda uyuyoruz. Epeyi sirtaki oynadık uzo içtik. Yorgunluk çöktü, karanlık bastı ama yıldızlar güneş gibi aydınlatıyor kumsalı. Üstümüzde siyah-mavi bir atlas bizi dinlendiriyor. Girit’se bizi yakıyor.
Katia’ya dokunamamak. Bildiğim en hüzünlü şarkı bu.
Her kum tanesi kadar çok onun için beslediğim arzu.

Ağaçtan bir limon koparıp salataya sıkıyorum. “İskenderiye, Beyrut, İstanbul…” diyor Katia. “Daha buralarda da işlerimiz var.”
Miramar ve Aşiyan’da, Necip Mahfuz ve Tevfik Fikret’in hayatlarını yad ediyoruz.



22 Aralık 2011 Perşembe

Paranın ne önemi var?


Günlüğü 50-60 TL'ye çalışıyorsan elbette ne önemi var, paranın adı bile olmaz. Özdemir Erdoğan'ın "Paranın Ne Önemi Var?" şarkısını yıllar sonra dinleyince, o şarkının temel düsturundan günümüze kadar bu önem sorgulamasında bir ilerleme kaydettiğimizi fark ettim.
O zamanlar para bir iç işiydi. Kapalı ekonomimizde, alamancı akrabalarımız olmasa yabancı ülkeler olduğunu kanıtlayamayabilirdik. Onca Türk'ü birer Kolomb misali yeni dünyalara göndermemizin sebebi tam da buydu işte.
Dünyada yalnız olmadığımızı kanıtlayabiliyor, ama nimetlerinden emin olamıyorduk. İthalat neredeyse yasaktı. NATO, CENTO, UNO, KATO hangi paktı bulursak giriyorduk ama hep bir kazıkla çıkıyorduk. El altından bizi 12 Eylül'e götürecek olan tüyü bitmemiş ve bıyığı terlememiş devrim anarşizmi de kapıdaydı, açmadan edemezdik.
1977'de müzik piyasasına çıkan bu 45'lik plağın B yüzünde "Paranın Ne Önemi Var" derken Özdemir Erdoğan, o dönemin sosyalist sanat anlayışına göre para gibi ucube bir sorunu yumuşak bir tavırla işlediği için fazlasıyla liberal bile sayılabilirdi.
Bugünse bu doyumsuz şarkıya tek eleştirisi finalindeki gitar solonun çekingenliği üzerine olabilir en fazla. O dönem Santana şimdiki kadar ünlü olmadığından onun sanatına benzer bir performans tabii ki beklenemezdi.


21 Aralık 2011 Çarşamba

Deva mıdır Çamaşır Suyu



Tetraklörür. Kloroform.

Kadınlardan yükselen kokular arasında yeni kimyalar. Elleri lastik eldivenli, ciğerleri her türlü kimyasal gaz taarruzuna açık.

Dünyanın en büyük savaşı kadınlar ile kirlilik arasındadır. Bunu kanserojen olduğu çok açık tetraklorür ve kloroform maddeleri yayan çamaşır suları bile engelleyemez. 

Dünya kirlenir ve buna en çok kadınlar üzülür. Kadınların kendi kendilerine yarattığı ya da insani sunumun onlara pay biçtiği estetik düzende kadın etrafını "temiz" tutmak zorundadır. 

Kadının hijyeni onun kutsal kitabı mıdır? Bunan inanmak istemiyorum.

Genzim yanıyor bağırıyorum, boğazım yanıyor anlatamıyorum. 

Yirmi dakika bilemedin yarım saatlik bir ömrü var bakterilere karşı çamaşır suyunun. Bir erkek karşısında ya da baba oğul arkadaş daha fazla vaktin var mı? Hijyenini ne kadar derin olarak devam ettirebilirsin?

Sıradan bir çamaşır suyuyla yıkanmış bir çamaşıra dokunduğunuzda elleriniz hep kızarıyor mu? 

İşte size hayatınızı zorlaştırmadan bu sorunu çözmenizi sağlayacak bir öneri; çamaşırlarınızı her zamanki gibi yıkayın ve sıkın. Sonra onları mesela küvetinizde, yarım gün süreyle on litre suya iki litre beyaz sirkeye batırın. Sonra sıkmadan asın. Kurudukları zaman hem sirke kokmayacaklar hem de size bir daha rahatsızlık vermeyeceklerdir.  
(Bir kitaptan)

Yaşasaydı Ahmet Haşim o meşhur şiirini şöyle değiştirirdi:


Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çamaşır suyu
İlleticua deva, mahzı gıdadır çamaşır suyu
Alemin sevgilisi dense sezadır çamaşır suyu
Ağrıya dost, muhhibi fukaradır çamaşır suyu






17 Aralık 2011 Cumartesi

İnternetten Tanıştığın En İyi Kişi

Kapına geldiler. Ellerinde taşınabilir bilgi araçları mevcuttu.
Bilginin ücretsiz ve bol olduğu bir gündü. Ve nedense sana da öyle geliyordu. Demek ki doğruymuş dedin, içinden. Bilgi, tartışılmaz derecede bol ve ücretsiz. Dünya artık ne güzel bir yer.

Anket ya da her neyse internette tanıştığın en iyi kişi üzerineydi. Hiç böyle bir tanışma yaşamış mıydın? İnternet hemcinslerinle ya da karşı cinslerinle tanışman için en iyi ve en ideal yer miydi? Neden hayatımızdaki yeri bu kadar büyümüştü internetin ve bunun değerli olup olmadığını da düşünmüş müydük hiç? Giderek tanıdıklarımız arasında "gerçek hayat"tan olanlar, yani gerçek hayatımızdan tanıdıklarımız azalıyor muydu? Bu azalma seni endişeye sürüklüyor muydu?  Bu endişeye karşı ne yapıyordun? Sırf bu yüzden hayatından çıkardığın "internetten tanıdığın kişi" olmuş muydu? Ya bir gün sahiden bütün tanıdıklarımız internetten olursa diye sordular en son.
Taşınabilir bilgi araçları kapandı. Kapı da onları izledi. İçeride yeniden yalnız başına kaldın. Birdenbire. Öylece. Sanki hiçbir tanıdığın kalmamıştı hayatta, o an öylesi bir duyguya kapıldın ve evin kapısının kapanmasıyla gerçek hayat sel suları gibi evini basmıştı. Her şey çok gerçekti.

Üzerine kapıyı sıkı sıkı kapattılar. Ellerinde özgürlüğü kısıtlama araçları vardı.

15 Aralık 2011 Perşembe

Korsan hırsız değilse ben neyim?

Korsanların Özgür Olduğu Tek Ülke

Siz hiç, bir bankanın web sitesinde BANKA HIRSIZLIĞINA HAYIR şeklinde bir yazı ya da bir banka müdürünün "soygunlara karşıyız" şeklinde bir demecine rastladınız mı?
Peki siz hiç Bankalar Birliği'nin soyulan banka müdürlerini, yaralanan güvenlik görevlilerini de yanlarına alarak basın toplantıları düzenleyip hırsızlığı kınadıklarını, her yıl soygun raporlarını kendi işleriymiş gibi açıkladıklarını gördünüz mü?
Ben görmedim.


Ama gördüklerimi anlatayım.


* Hırsızların, yumuşatılmış ifadelerle "korsan" diye adlandırıldığı bir ülke var. Halbuki uygulama böyle görünse de korsan hem mala hem cana hem de ırza kastetmektedir. Siz bakmayın Karayip Korsanları filmlerine. Hırsızın korsanı, Robin Hood'u, Arsene Lupin'i, Türk'ü, Cezayirlisi olmaz.

*Korsanların mal ve mülk sahipleriyle karşı karşıya bırakılıp aradan herkesin kaçıp gittiği ikiyüzlü bu ülkede iş pazara dair böbürlenmelere gelince, hadiseyi şişirmek için hırsızla mülk sahibinin "servetleri" aritmetik olarak bile toplanır.

*Bu ülkede kitap yazardan başka herkese aittir.

*Bu ülkede kitabın bütün entelektüel sorumluları -yazar, editör, çevirmen, okur- paradan anlamazdan gelmelerinin cezasını 100 üzerinden 3,5 kazanarak çekerler.

*Bu ülkede birileri 3,5 kazanmaya gönülden razıysa geri kalanlar -matbaa, yayıncı, dağıtımcı, kitabevi- da milli servet boşa gitmesin diye 96,5'u hemen koruma altına alırlar. Öyle bir alırlar ki bu konuda hala aralarında anlaşamamışlardır ve 100 yıl savaşları devam etmektedir.

*Bu ülkede kitap yazarına ait olmadığı için hele bir de yabancıysa, o kitap yasaklandığında çevirmeni mahkemeye çıkarılır. Çünkü çevirmen eser sahibi olarak görülmektedir ve aynı yasayla kendini yayıncı gibi gören hırsızlar da izinsiz eser yayınlamanın keyfini çatarlar ve aynı suçu önlerindeki 5 yıl boyunca işleyemeyeceklerinden ötürü zevkten mahvolurlar.

*Bu ülkede, en polisiye tarz olan iyi-kötü polis oyunu gibi kendi haklarına kasti olarak sahip çıkmayıp birçok "mesleki" çabaya gölge düşüren yazar (iyi hırsız) - korsan (kötü hırsız) oyunu çok yakında bir lige dönüştürülerek koruma altına alınacaktır.

Mutlaka izleyin.

13 Aralık 2011 Salı

Adamlar Yalnız Olmaz

Yalnız Adam Hastalıkları

1.

Martılara simit atma kuyruğundan geliyorum.
Hepsiyle de tanıştım kuyruktakilerin. Yalnız adamlar kimsesiz adamlar ve hiçbiri işsiz değil.

Balıkları doyurma köprülerine çıkamadım bugün. Yalnızdım hastaydım ve kimselere diyemiyordum.
Benim için benim adımla kurulmuş bu şehirden kovulduğumdan beri.

Birisi İstanbul mu dedi? Ve birisi bunu bir tedavi mi sandı? Vay o şerefsize alçağa!.. Bulmuş da paylaşmıyor boş şehri bizimle...

Arkadaşlarla gezmeyi, sokakları arşınlamayı bilmiyorum. Tanımamışım kimseyi. Bir yalnızlık bir ölüm. Sırdaşım ve soyadım. Bu yüzden saklıyorum herkesten sırlarımı, adımlarımı.

Martılara simit atma kuyruğunda kürek çekiyorum kürek çekiyorum. Herkes gitti ve bana bu denizi kucaklama mesaisi arta kaldı.

11 Aralık 2011 Pazar

Sarışınlar isyanda!

Biz de senin için üzülüyoruz HG ve benzerleri!..

(Aşağıdaki mektup, Sarışınlar Derneği ya da Sarışın Aklı Platformu gibi grupların elinden çıkmamış olup bizzat yazarın sarışın olan annesi tarafından kurgulanmıştır.)

Çocuğum


Baban da senin gibi düşünüyordu mutlaka. Bu konuda sarışınlara onca şey yazmış olmasına rağmen senin gibi bu okunması anlaşılması zor metni yazmazdı, ama emin ol o da bir sarışın düşmanıydı. Ve yüzden benimle evlendi eminim.
Babanı bir sarışınla evlenmeye iten ayrım esmerler değildi, zira o dönemde sınıfın en güzeli bendim. En zekisi, başarılısı da... Baban, daha iyisini bulamayacağını anlamış olmalı ki peşimden koştu. Halen de evrende yine peşimden koştuğuna ve daha güzelini bulamadığına eminim. Bulamaz, çünkü evlendiğimizde arayışını bıraktı, çok iyi biliyorum.
Biz sarışınlar, diyecek değilim, ama iyi biliyorum ki biz sarışınlar dünyanın dengesiyiz. Seçimsiz, sandıksız, tercihsiz, kararsız, hatasız ve şüphesiz...
Sarışınları kafana çok takma çocuğum. Sana tavsiyem bu. Alemdeki diğer kusursuzluklar gibi onları da sorgulamadan kabul et. Rahat edersin. Böyle yazılar da yazma bir daha. Hangi sarışın, oğlunun, onu es geçip sürekli olarak babasını yad etmesine, her zeminde ondan söz etmesine katlanabilir? Sarışın bir anne!
Sarışın da olsa anne annedir oğlum. Ben bunu hep görüyor ve susuyorum. Senin de bunu hep sorguladığını, kaleminin hep babandan tarafa kaydığını gördüğünü ve sustuğunu biliyorum. Baban ve sen birbiriniz için bir konusunuz. Genellikle tarihte yazar baba-oğulların birbirleriyle diyaloğu verimli olmaz. Ya eserleri birbirleriyle konuşamaz ya da baba ile oğul. Dikkat edersen yazar anne ile yazar oğul ya da yazar baba ile yazar kız karşılaşması hemen hemen hiç yoktur. Bunun adı susmadır, kutsal sessizliktir. Kendi özgürlükleri adına bu sessizliği seçerler.
Sen babanı yaz yavrum. Onu anlat. O, anlatılmaya değer bir hayat yaşadı. Belki bu yüzden kendini yazmaktan çok yaşamaya adadı.
Görüyorum ki sen kendini hem yazmaya hem de yaşamaya adamışsın. Sarışınlar için çok üzülmeni de, benim için üzülmene bağlıyorum. Ve çocukların en büyük sevgi belirtisi de ebeveynleri için duydukları endişelerdir. Sakın unutma.
Sevgiyle.


Annen.

9 Aralık 2011 Cuma

Sarışın Kadınlar için Çok Üzülüyorum

Lütfen bu yazıyı fotoğrafa bakmadan okuyun. YAZAR.
En kısa yol, hiçbir yere gitmeyen yoldur. Bu yol üstünde birkaç sarışın kadına rastlanır ve size en kısa yolu sorarlar mavi mavi ya da yeşil yeşil bakarak. O bakışların tiyatrosunun yanına Shakespeare bile yaklaşamamış, o gülümsemelerin epiğine Homeros bile inememiştir.
Sarışın kadınlar için ne söyleseniz sinema ya da müzik yapmış olmazsınız. Bu tek notalı ve tek kareli perdede manzara bir aynadan ibarettir ve o aynanın da adaleti yoktur.
Bir sarışınla konuşamazsınız. Deneyin... Her girişiminizde dünyanın eğiklik açısıyla karşılaşacaksınız. O eğiklik olmasaydı dünya, Güneş'in etrafında sabit bir yörüngede dönmez ve evrene savrulurduk ve aslında ne iyi olurdu; dünya yaşantımız gerçek bir yolculuktan oluşulurdu ve soyut her kelimenin önüne arkasına yolculuk sözünü yapıştırıp yollar karıştıran ve yolcuları yola çıkmadan yoran yetersiz ahkamcılardan kurtulurduk.
O ahkamcılar dilsizdir sarışın kadınların karşısında. Belki de sarışınların tek iyi tarafı gereksiz ve yetersiz sözleri susturmalarıdır.
Peki o vakit bu yazı nasıl yazıldı? Hala da yazılıyor ve düzgün bir çerçevede kendini gösteriyor.
En başta söyledim. Sarışınlar için üzülüyorum. Herkesin aksine onlar için bir şey yapmayı istedim. Dikkat edin sarışınları istemedim hemen. Onları anladım, biliyorum ve görüyorum çünkü.
Onları istedikçe kaçırırsınız. Onları arzuladıkça ıskalarsınız. Onlar için var oldukça, koptukça, kaydıkça, örselendikçe onları yaratırsınız. Onlar sizin kötüleştikçe iyileşen hastalığınız. Onlar sizin zamanında gelen ölümünüz. Onların gökyüzünde hep yağmur yağıyor ve -damlaların illüzyonu bu- her biri onların bizlere birer şans meleği gibi görünmesini sağlıyor.
Sarışınlarda olan ne varsa bu dünyanın bütün iyilik ve güzellik evlerinde de cümbüşten şenlikten geçilemez.
Ve ben her şenlik sonrası ağlarım üzüntümden. Başkalarının yasından aynayı çıkarırsak kendimizi bulmamız üzerine bir denkleme kafa bile yormam, gerekirse ömür boyu susabilirim yeter ki bir sarışın geçsin penceremden ya da bu ihtimal benim deniz kıyılarım olsun.
Şenlik, cümbüş birilerinin gelmesiyse sizin için benim içinse gitmiş olmalarıdır. Gün doğmadan batan güneşe üzülen bir yüreği zor bulursunuz. Bulunca da ömrünüz kısalır.

Ne kadar çok sarışın tanıyorsam bu yazıyı o kadar yazabilirim.


FLAŞ!
Annemin cevabı...


“Gece’nin Başlangıcı” için kara notlar…



“Gece’nin Başlangıcı” için kara notlar…


Kâbusun bitti, ama Gece’n başladı.
Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’unun Türkçe çevirisini eline aldığım zamana kadar, bu roman senin için bir hayaletti. Hayaletler asla bu dünyaya gelmezler, ama “Voyage” en sonunda geldi ve senin dilimde okunuyor…
Voyage artık Gece’ye terfi etti ve büyük kâbusun şimdilik bitti. Çünkü o ilkgençliğinin daima “elimden attığın” kitabiydi… Ne zaman okumaya yeniden başlasan içini büyük bir sıkıntı kaplıyor ve Gece’nin hayatını saran günahları, romanı elimden atmanla son buluyordu.
Türkçe çeviriyi bir yaz günü elime aldığında, Fransızca’sını okumaya çalıştığın yıllardan epeyi uzaklardasın. Yüzleşmekten hep kaçsan da harp okulu sıralarında, yurtseverliği yerden yere vuran, savaşın anlamsızlığını ifşa eden ve ölümü şeffaflaştıran metinleri sürekli olarak gizli gizli okumak zorunda olduğunu hatırlıyorsun. Bu çok zor bir deneyim. Çünkü on beş yıldan fazla bir zaman boyunca ordunun içindeydin ve onu ayakta tutan ilk ve son payandanın altını kazıyorsun, kafanın içinde. Topraktan büyük çiviler çıkıyordu, onlar da öğrenim ve eğitimini hayatının önüne dikilen büyük kara mizah duvarının öteki yüzünde -ki o yüzün adı “kahramanlık duvarı” bile olabilir en basitinden- şehit arkadaşlarının portrelerini tutuyordu. Üniformalı her portrenin altında şu yazıyordu: “Sen de olabilirdin bu portrenin çerçevenin içinde.”
Şimdi gece senin için yeniden başlıyor. Gecenin Sonuna Yolculuk konuştuğun ve yazdığın dilde. Kâbus çoğalmıyor, ama yayılıyor gece ve kelime olarak.
Gece’nin edebiyat tarihi içinde ayrı bir yeri olduğunu öğrenmiştin, okumadan önce. Daha yayınlanır yayınlanmaz, Céline’in daha ilk romanında kullandığı günlük konuşma dili büyük bir skandal yaratmıştı. Çünkü o zamanlar “ciddi” edebiyat çok gözdeydi. Céline’in dili herkesi şaşırtmış hem de paniğe yol açmıştı. Hiç kimse, bu ilk roman karşısında kullanacağı kelimeleri seçemiyordu. Tarifi ve tespiti imkânsızdı bu romanın.
Yıl 1932. Günlük konuşma dilinin edebi eserlerde kullanıldığına çok az tanık olunuyordu. Üstelik, romanın anlatıcısı kullanıyordu bu dili. Genellikle alışılmış olan, gündelik konuşma kokan diyaloglardı. Céline feci çarpmıştı. Ama adamakıllı çalışmıştı bu romanı yazmak için.
İki büyük parçadan oluşuyordu Gecenin Sonuna Yolculuk. İlkinde, romanın kahramanı ve anlatıcısı Bardamu kayboluyor, ikinci bölümde ise kendini Paris’te tıp kariyeri içinde buluyordu. Céline, Bardamu’nün “kaybolduğu” zamanları anlatırken kendi askerlik ve tıp deneyimlerinden yola çıkmıştı. Bu deneyimler ona özgü bir üslubu yaratmış ve Gece’nin bir başyapıt olmasını sağlamıştı.
Bardamu. Tuhaf bir isim. Büyük ihtimalle Céline’in kendi üslubunun bir yaratığı. Bir askeri geçit töreni sonrasında orduya yazılan Bardamu, 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nda “dökülen kanlar” adı verilen saçmalığı gördü. Yaralandı ve çeşitli hastanelerde yattı. Savaşta şunu gördü: Siviller ve hekimler bu savaşa hiç de yabancı değiller. Üstelik, savaşın acımasızlığını daha da ağırlaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Askeri geçitlerde  -hatırlarsın- senin de için cız ederdi. O boyalı tanklar ve plastiktenmiş gibi görünen tanklar... Sonra hepsinin içine girdin. Boyalar ruhuna bulaştı ve haki plastik deri'n oldu.
Ne zamandır ruhunu kaşıyorsun, plastik parmaklarınla organik şeyler karalamaya çalışıyorsun; ayak tabanların, nereye adım atsan bir kara mayınına çarpıyor. Mayın patlıyor, bin parçaya bölünüyorsun, ama içinde bulunduğun sistem sana tek başına olduğunu söylüyor.
Sen de bir Bardamu'sün. O Bombola-Bragamance sömürgesine ticari sayman olarak gittiğinde bile savaşın sömürge halini gördü. Savaşın saçma hiyerarşisi "heryerde"ydi ve insanları, hayatları kavurmaya devam ediyordu.
Sonra ABD. Göçmen büroları. Yoksulluklar. Ford'da işçilik. Lola. Fahişe Molly. Sonra Fransa'ya dönüş.

*
Her roman biter. Ama Gece bitmiyor. O, romandan da öte bir şey. Herkesin onun şaşırtıcılığı ve şok ediciliğinden söz etmesi bu yüzden. Bitmeyeceğini herkes biliyor. Çünkü silahlar sussa da savaşlar bitmez. Silahların ve parçalanmış insan vücutlarının konuşması "savaş"ın sadece bir fasılasıdır.
Romanın sayılı sayfaları bittiğinde bir an, Gece'den sonra yazılmış bütün romanların "başka bir istikamete" doğru kaçış olduğu hissine kapılıyorsun. Düşen bir bombadan sonraki kaçış hali gibi bir şey bu. Gece'den sonra yazmak için, laf ebeliği yetmeyecek artık. Gecenin sonuna yolculuk ölümün ta kendisi değil mi?
1932'de biten 20. yüzyıldan sonra yazmak da Gece'den sonra yazmakla aynı şey.


YUNANİSTAN'DAN DÖNMÜŞ OLMAK



Bu üç kelimeyle yeniden kadın olarak geldi
Ve ağaçlara da Yunanca "merhaba" dedi
                             
"Elveda dememiştim ki giderken"
"Ayrıca Yunanca bilmiyorsun sen"

"Her gün değişir kelimelerin anlamları Yunanca'da"
"Bir gün git derken, bir gün kal denir sevdalıya"

Ağzındaki taze koku adeta bir çiçektendi
Ya bir kaya kovuğuna saklanmış yosunbalığı
                            Ya da bir deniz feneri

Işıtıyorsun, açıklıyorsun geçmişimde ne varsa
Bunca yıl yaşadım, eksik ve yokluk varlıktan fazla

Dedim: "Tam üç kelime söyledim ve geldin
Seni zaten çıplak görmesem de soyunmanı istemedim"

Dedi: "Yunanistan'da kalmak imkansızdı.
Ama bunu düşünmek bile kalmaktan farksızdı."

"Ülkem yok, ama ülkem olabilir mi bilmiyorum
O yarımada.
Dedi: "Ben sende kalmak istiyorum.
Ülkem yok bu dünyada."

"Ben," dedim. "Ben bir toprak parçası değilim."
"Ama toprağın verdiği her şeyi verebilirim.
                                      Sana
Onun benden aldıkları adına."

"Toprak senden ne aldı," dedi. Tam bu sırada
Bir kotra geçiyordu uzaktan, kamarasında
O ve ben sevişiyorduk. Kıyıda yazdı
Ama geceydi, o kotra denen Yunan adasında.

Her şey çıplak ve her şey iç içe o gece.
Işık bile, yakamozları söndüren yağmur bile.

Yüzüme baktığında yazın geri geldiğini hissettim
                            Ve dedim:
"Vücutlarımız orda kaldı, peki nedir burada duranlar?"
                   Dedi: "Hazdan geriye kalanlar."

"Sadece et ve kemik değildir yaşamak."
"İşte budur Yunanistan'dan dönmüş olmak."

7 Aralık 2011 Çarşamba

Maria Metro 2


Babil Sabahı






"Babil’deki bütün erkekler gibi ben de genel valilik yaptım.'"
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe



Sevgili Mateo Kolomb,
günlüğümün bazı sayfalarını size ayırdığımı hatırladım birden. Fakat bir kadının yazı yazmasıyla hiçbir ilgisi olmayan şu gündökümlerinde konu bir de bir erkeğin kadınlar karşısındaki hezeyan dolu dakikalarıysa, günlük bir düğün bahçesine dönüşüveriyor. Hep somurtan o ağızlar açılıyor ve masum olan her ne varsa bir kadın hayatında, açılmış, gülümseyen ağızlar olarak yere dökülüyor; bazen bir masa izliyor bu düşüşü, çünkü davetlilerin çekemediği şeyler var yükseltilerin üzerinde.
Bir kadının mutluluğunu anlayamazsınız. O ne zaman mutlu olur ve erkeğe mutlu gelir. Ama tabii, sözkonusu olan "şeytanın eviyse" bir kadın gövdesinden daha emin bir liman bulamazsınız.
Bütün o alıntıları sizin üzerinde çalıştığınız "Anatomist" adlı romandan almadığınızı nereden bilebilirim? Bir hekimin, hayatının soğan zarı haline gelmiş anatomik bellek ve içgüdüleri yaşadığı sürece eksik bir gövde olduğu aşikar değil midir?
İçimizi bilmeden yaşıyoruz, ama buna kesinlikle hekimler dahil edilemez. Bize derslerde öğretilmiş olan iç organ sahnelerini saymıyorum, hayır ve asla! Artık soluk almayan bir insanın, soğuk ve uzun masalar üzerinde kesilerek teşrih edilmesi ve bir tahnit ustası çalımıyla yeniden dikilerek ve içi doldurularak toprağın altına gizlenmişş sınırları belirsiz o dev çöplüğe gönderilmesi... Evet bütün bunlar, bütün bu kıyıcılıklar "içimizi görme ve bilme" sarhoşluğunun -bakın çılgınlık demiyorum, çünkü tıp kesinlikle çılgınlıktan öte bir şeydir- sayıklamaları sadece.
Kasıklarımda çıkan yaralara ilişkin raporunuzu okudum sonra. Beni sadece tahlil sonuçlarıyla başbaşa bırakmanız ne büyük bir incelik! Bu davranışın, doğru teşhis histerisi ve ilaçbilimiyle hastasını başbaşa bırakan genel tıbbın davranışlarıyla ne gibi çelişir yanları olabilir?
Sanırım hekimlik sizin esrarengiz meslek hayatlarınızın içinde sadece önemsiz bir renktir.

*

Maria, metalik meşin cilt kapaklı defterini kapadıktan sonra, bacaklarını saran şalı çekti ve yatak odasına giderek üzerine mevsimin serinlik uyarılarını dikkate alan, ama yine de cömertliğini hiçbir çıplaklık sınırından sakınmayan bir iç çamaşır takımı seçti kendine.
Yazmak üzere tekrar masaya oturduğunda kapının altında bir zarfın daha atıldığını gördü.
Bu kez şalını almadan, çıplak olarak yere eğildi ve zarfı aldı.
Metro şirketinin aylık faturasıydı bu. Üzerinde "Yalnız Topraklar İstasyonu, yolcu no SCNQ 7736-442231 BT yazıyordu. Son iki harf dışında Maria'nın en sevdiği rakam ve harf birleşmesiydi bu yolcu kodu. 442231, aynı zamanda 24 haneli sosyal güvenlik numarasının da altılı son parçasıydı.
Ama BT? BT de neydi? Son bir-iki aydır metro faturalarına eklenen bu iki harf onu çok rahatsız ediyordu. Bu ikisi sadece iki harften ibaret olamazdı.
Çıplaklığının farkına varmaksızın, çantasını arayıp buldu ve içinden Maria Metro'nun manyetik kart versiyonu olan bütün bilgilerinin bulunduğu, harcalamalarını yaptığı "citycard"ını çıkardı. Kapının yanındaki elektronik göze dokundu kartla; gözün altındaki prizmatik ekranda bilgiler yukardan aşağı akmaya başladı. Son satırların birindeki kırmızı değişiklik hattındaki yanıp sönen BT harfleri dikkatini çektiğinde, metro faturasındaki bilgi değişikliğinin nedenini anladı. Oturduğu bölgenin adında ani bir değişiklik yapılmıştı.
Ama bu kez neden sadece bölge adının baş harfleri yüklenmişti bilgi belleğine?
BT ne anlama geliyordu?


*

O cumartesi gecesi, uzun süren bir multi-pub ziyaretinden ve birkaç erkek dükkanından evine tekrar döndüğünde Pablo'nun kapının altından attığı şu mektubu buldu:

"Sevgili Maria,
Uzun süreli bir görev için yaşadığım şehirden ayrılıp senin yaşadığın bölgeye geliyorum. Oturduğun semtlerin etrafında bir yerde büyük bir yapı inşaatı görevi bu. Ama yapının nitelikleri ve özellikleri gizleniyor. Planlar, şifreli dosyalar içinde saklanıyor. Sadece dışarıya sızdırılan bölgenin adının başharfleri: BT.
Belki bu değişiklik senin de çevrende gözüne çarpmıştır.
Söylentilere göre BT'nin anlamı "Babylon Tower". Acaba bu adın, yapının nitelikleriyle bir ilişkisi olabilir mi? Bu soruyu senin fakültenin arşivlerinde belki de unutulmuş olan "Babylon, as a intransitive tower" adlı tezini hatırlayarak soruyorum.
Sevgiler. Pablo.


Ekho ile Narkissos


Ekho ile Narkissos

Halil Gökhan


“Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu aşka karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür. Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.”


Mitolojiye göre, dünya üzerinde birçok tanrı bulunmaktaydı. Bunlar çeşitli doğa olaylarından ya da canlı-cansız varlıkların kontrolünden, davranışlarından sorumluydular. İnanışa göre bu tanrılar insan şeklindeydi ve insanlarla ilişki içine de girerlerdi. Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür . Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda yankılara dönüşür. Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, tıpkı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür. İşte narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler. Başkalarının hakkına saygı göstermeden ve gerçeklerle bagdaşmasa bile daima kendilerini haklı göstererek ve o hedefi, gerekli emeği vermeden bile haketmiş sayarak en onde, en gözde ve tek olmak isterler.Kendilerini başkalarının yerine koyamaz ve başkalarini anlayamazlar.Sanki hersey sadece kendileri için vardır ve ne olursa olsun herşeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir. Başkalarının fikir ve hareketleri kendi amaçlarına hizmet ediyorsa vardır, aksi halde bu fikir ve hareketler tahammül edilemez düşüncelerdir. Gerçekle bagdaşmayan, başkalarinin zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun, kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazanç sağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadiklarinda öfkelerine hakim olamaz, saldırganlaşır ,çöker hatta ağır psikotik tablolara girerler. 

Narkissos ve Psikiyatri
Narsizm terimi ilk olarak Nacke tarafından psikiyatriye girmiştir. Bir taraftan kendine saygı kavramı gibi çok olumlu bir kavramın temelinde bulunduğu gibi, diğer taraftan da aşık olan ile olunanın tek bir kişide toplanması şeklinde tarif edebileceğimiz kişinin kendisine aşık olması gibi çok ağır psikopatolojik bir süreç olarak da karşımız çıkar. Bu iki uç arasında da pek çok psikopatolojik fenomenin etiopatojenisinde kendisini belli eder. Genellikle, narkissizmde, libidinal enerjinin büyük bir güç ile egoya oturmuş olmasına mukabil, libido enerjisinin etraftaki objelerde çok zayıf olması söz konusudur. Temel narsizm’de ego’daki bu güçlü libidinal enerjinin hayatın ilk günlerinden beri süregelmekte olmasına karşın; ikincil narsizmde libidonun dış objelere yönelmiş olduktan sonra bu objelerden geri çekilerek tekrar egonun hizmetine sunulmuş olduğunu görürüz. Narkissos, dağlarda tek başına dolaşan güzel bir delikanlıdır. Dağ perilerinden Ekho ona aşık olur, fakat bir türlü aşkını ifade etmesine imkan yoktur; Ekho hiçbir zaman kendisi konuşamaz; ancak, uzaktan, kendisi gözükmeden söylenenlerin son kelime veya hecesini tekrarlayabilirmiş. İşte böylesine umutsuz bir aşka tutulur Ekho. Narkissos arkadaşlarını ararken, “biri var mı burada” diye sorunca, Ekho da “burada” diye cevap verir. Bunun üzerine Narkissos da “gel” diye yanıtlar. Zavallı Ekho, umut ve sevgi içinde “gel” diyerek ortaya çıkar; fakat kendini beğenmiş Narkissos her halde Ekho’yu beğenmemiş olacak ki, pek yüz vermez ve çekip gider… Ekho kırgın, üzgün, umutsuz bir halde dağlardaki mağaralara sığınır. Ve oradan da, kendisini hiç göstermeden duyduğu sözlerin son kelime veya hecelerini hala tekrarlayıp durur… Ancak, bütün bu olup bitenleri öğrenen cezalandırma tanrıçası Nemesis, kalpsiz ve kendini beğenmiş Narkissos’u, bundan böyle kimseyi beğenip sevmemekle ve bütün aşkını yalnız kendisine yöneltmekle cezalandırır… Bir gün Karkissos dağlarda dolaşırken ağaç ve yeşillikler içinde kaybolmuş bir pınara rastlar; eğilip su içmek istediğinde suda gördüğü hayali beğenip ona hemen aşık olur; ne var ki beğendiği bu hayal kendisinden başkası değildir… Suda görüp aşık olduğu hayali elde etmek için eğildiğinde de suya düşüp boğulur. Haberi alan dağ nympha’ları güzel delikanlının cesedini bulup görmek isterler, fakat o güzel Narkissos’un cesedi yerine güzel bir çiçek bulurlar: Nergis… 

Freud ve Narkissos
Sigmund Freud narsizm kavramıyla çok geç bir döneminde ilgilenmiştir. Ondan önce bu kavram bir sapkınlık olarak ele alınıyordu. İnsan ruhu ve bedeni dışında bir aşk ve arzu nesnesi aramanın ötesinde özne kendi bedenini nesne olarak seçmesine dayanıyordu. Freud bu anlayışa yeni bir kavram getirerek onu gerekli bir insani itki olarak yorumladı. Freud narsizmi sapkınlıktan çok “ben”in zorunlu bir yapısı olarak yorumlarken insanın çocuklukta kendi bedenini cinsel itkilerinin bir nesnesi olarak Kabul edip oto-erotizme eriştiğini öne sürüyordu. 
Bu kavram ben’in ve hayatın itkilerine dahil olan bir dinamikten kaynaklanıyordu. Bu taban üzerine ideal kavramları ve daha tekil olmak üzere ideal Ben ve ben İdeal’i ortaya çıkıyordu. 


Narkissos ve Ayna
Narkissos’un suya yansıyan suretini görmesi ve kendine âşık olmasıyla birlikte portreler tarihi başlar. İnsanın kendi yüzüne hayran olması, ondan bir tane daha istemesi ve onu çoğaltmasıyla da aşılır. Saklanan yüzün gerçek değeri yüzün sahibinin kendini dondurulmuş bir zamanda hatırlamasıyla da artar. Böylelikle portre geleneği tamamlanır.
Resimlenen yüz, fotoğraf ve sinema tarihinin başlangıcına kadar insan portresinin monotip çehresini oluşturdu. Kral portreleri, soylu kadınların yüzleri, ressamların karanlık atölyelerindeki modellerin solgun bakışlı ve beklemekten sabrı taşmış, şaşkın, umutsuz yüzler... Hepsi de bu çehrenin hareketsiz, sabit unsurlarıydılar. 
Narkissos’un yüzü fotoğrafın icadıyla birlikte görüntü yankılarına boğuldu. Bir anlamda Narkissos, Ekho’ya kavuştu ve hiçbir kara sevdaya nasip olmayan bir yazgıyla portrelerin tarihinin sonunda birleştiler.
Ve durgun tanrıların dağı Olimpos “hareket”le yıkıldı. Hareket tanrıları dünyayı sardı. Dünyanın hareket etmesi, evrenin hareketlerinin keşfi Olimpos dağının kara bulutlarına şimşekleri yükledi. Ve mitolojinin tanrı sağanağı, hareketli bir evrenin kapısı olan bilinmezliğin ve kuşkunun selinde boğuldu. 
Tekerleklerin otomobil gövdelerini taşımasıyla, sinema da fotoğraf karelerini hızlandırdı. Portreler küçüldü, çünkü o zamana kadar resim sanatının çok önemsemediği kollar, bacaklar ve doğa resim çerçevesinin içine girmeye ve aynı anda aynı çerçevede binlerce resim birden yer almaya başladı. 
Bu ölümcül nokta resim sanatı için tarihsel ve evrimsel dönüm noktasıdır. Resmin yoğurduğu görüntü artık çoğaltılabilir ve sınırsız sayıda saklanabilir bir enstantane malzemesidir. Kadraj değersizleşmiştir, artık onun yerine görüntülerin hikâyesi ve yazınsal alandaki içeriğin görüntülü ve sesli aktarımı önlerde saf tutmaktadır.
Günümüz resim sanatını taşımaya çalışan kadraj, geometrinin bile çok uzağında kalmıştır. Çağdaş plastik sanatları tahakkümü altına alan yerleştirmeler, performanslar, happening ve video oyunları kadraj yerine figürsüzlüğü, figür yerine ise objeleri temel aldılar. Figür, portrenin en büyük eşlikçisiydi. Koruyucu ve kollayıcı. Onsuz olmayacak bir portre günümüzde artık sadece moda dergilerinde, fotoğraf stüdyolarının vesikalık arşivlerinde, düğün fotoğraflarında, 3. sayfa haberlerinde -flu olarak- ve zanaat sayılan vesikalıktan bakılarak yapılmış portrecilerin yağlı boya tablolarında, kartonlarında yaşıyor. Ve de kuaför salonlarında, daha gerçek olarak... kadınların makyajlı yüzlerinde. Yapılıyor ve bozuluyor. Eskiden tablolardan yüzler akmazdı. Şimdi daha gerçekçi olmak üzere yüzler pamuklarla, temizleyici solüsyonlar eşliğinde siliniyor. Temizlik sonrasında uykuya, gecenin ve evin karanlığına teslim edilmek üzere yüzler çıkıyor ortaya; sahibinin bile makyajdan daha az gördüğü... Bu yüzlerden ne okunabilir? Elden ele taşınan ve ötekinin yüzünü taşıyan fotoğrafın yarattığı benzeşme histerisi mi? Güzel bir kadın yüzü mü? Bakan yüzler mi? Silinen insan mı? Hiçbiri? Hepsi?..
Bunların cevapları da bir yüze bedel. Uygarlığın yüzü... İnsanın yüzünde bu yüzden dalgalanmalar, hatta kırılmalar bulmak mümkün. Makinaların, işletim sistemlerinin, mutfak robotlarının beklemeyi ve sabrı öldürdüğü, hayatı hızlandırdığı kırılmalar.
Yüzlerde, bütün gerilmelere rağmen oluşan çatlaklar bakmanın sonunu da habercisi.
Tanrı Zeus’un karısı Hera, Zeus’un su perilerinden biriyle birlikte olduğundan şüphelenip bir gün korulara indi. Hera’nın geldiğini duyan perilerden hepsi kaçıştı ve ortada bir tek Ekho kaldı. Ekho kendinden emindi, çünkü Narkissos’a âşıktı, bu yüzden kaçmamıştı. Hera, Zeus'un sevgilisi olsa olsa bu peridir, diye düşündü; sonra da dilden dile dolaşan haksızlığını kullanarak onu cezalandırdı. Ekho, konuşamayacaktı artık; kendinden önce kim konuştuysa onun son kelimesini tekrarlayacaktı. İlk kelimeleri söylemeyeceksin, diye buyuruyordu Hera. Bu ceza yüzünden Ekho, Narkissos’a olan aşkını tam olarak söyleyemedi. Ona ulaşamadı bir türlü. Narkissos konuşursa bile ancak söylediğinin son kelimesini tekrarlayabiliyordu. Narkissos kendinden kaçtıktan sonra mağaralara çekildi Ekho, dağlarda tek başına yaşamaya başladı. Hala da oralardadır. Kim yüksek sesle bir şey söylese, son kelimeyi tekrarlar.
Aynalar da yüzlerimizin Ekho’sudur. Narkissos aynadır. Sadece aynaya baktığımızda Narkissos ve Ekho’nun birleştiğini görürüz. Ses hep görüntüye âşıktır. Onun peşinden gider, kovalar. Görüntü ise kendi dilinde konuşamayan sesten habersiz, kendine âşıktır.

Narkissos’un Başkalaşımı
Salvador Dali 1937 yılında tamamladığı “Narkissos'un Başkalaşımı” tablosu Freud’a gore adına ben denilen sınırsız gerçekleştirmenin oynak isteğidir. Bu tabloda Narkissos’un kendi yansımasından çok kendi cinsel organı üzerine eğildiğini görüyoruz. Hiçbir ayna oradan yansıyanı taklit edemez. Narkissos burada kendisinin kim olduğuna dair bazı işaretleri aramaktan yorgun düşmüşe benzemektedir. Oysa ki tablonun sağ tarafındaki daha aydınlık mekanda sanatçının kendi isteği doğrultusunda yapılmış güçlü bir el ve ucundaki çiçek görülmektedir. Ama burada Narkissos’un başı bir yumurtaya dönüşmüştür. Canlı güçlerin yumurtasıdır bu. Tablonun sağında stratejilerin mekanı olan damalı bir alan görülürken solda ise cinsel haz uyandıran çıplak insanlar bulunmaktadır. Stefan Zweig’in isteği üzerine Freud, Londra’da Dali’yi evine “Narkissos’un Başkalaşımı” tablosuyla birlikte kabul ettiği bilinimektedir.  19 Temmuz 1938 günü gereçekleşen bu ziyaret sırasında tablo Freud üzerinde derin bir izlenim bırakmıştır. Ve izlenimin tanıklığı Freud’un Zweig’a yazdığı mektuplardan da anlaşılmaktadır: “Size dünkü ziyaret için çok teşekkür borçluyum aziz dostum. ‘Narkissos’un Başkalaşımı” surrealist resim içinde şimdiye kadar ‘kritik paranoyak’ bir metodla işlenmiş olduğunu söyleyeceğim ilk tablo.”
Dali’ye göre paranoya, mantığın yaratıcı eylemlerinin yarattığı halüsinasyona benzer bir durumdahareket etmektedir.  Dali tablosuna geri çekilerek bakıldığı zaman Narkissos’un yüzünün hipnotik bir şekilde giderek kaybolduğunu öne sürmektedir.



HAYATIN ALTINI


HAYATIN ALTINI




Geçtim o demleri.
Eskiden çok araştırırdım. Kim ne demiş. Ne yapmış. İnsanların hayatlarını okuyarak vakit öldürürdüm. Vakit öldürürken hayatın bir cinayet olduğunu öğrendim.
Bir hikâyem yok. Bunu daha önce de söylemiştim. O zaman neden yazıyorum. Dört kelimelik cümlelerin konuştuğu kısa söylevler vermek için mi?
Bu oyunu hiç oynamadım.
İki tarafa da dört kelimelik cümleler kurma hakkı verilir.
Üç ya da beş tane söyleyen bir düğmesini çözer ya da ilikler.
Oyunu son oynadığımda yeni bir kural getirmiştim: Ağızda da bir düğme olacak.
Zengin cinayetleri partilerde olur.
Yoksullar kalmadı. İnanmıyorum buna. Zengin olmaya çalışan yoksul değildir artık. Madrid için yola çıktıysam Lizbon’da olamam ki.
Kibrit çöplerini düşünüyorum yağmur yağarken. Eskiden damlaları düşünürdüm ve yanmazdı sigaram. Islak dumanlar birbirine karışırdı.
Dört kibrit çöpüyle şunu söylemek istiyorum: Hayatın alevleri hiçbir yere gitmiyor. Durup kaldıkça üşüme nöbetleri birer altın para gibi bizden kaçacak.
Ağzımdaki düğmeyi kibritin alevinden ayıran geriye kalan üç çöp. Almadığım nefeslerin beni bekleyen mutsuz sonun kilise çan seslerine dönüşmesi gibi. Ne kadar az nefesim kalmışsa o kadar boğuk ve sağır olacak hayatım.
Beklemediğim bir son arıyorum. Eski bir haritadan gelsin ya da açmadığım bir kitaptan. Henüz yazılmamış da olabilir ama tanık bulunması önemli. Tanıksız bir hayatın ne anlamı var?
Gördüğüm renkler tanıklarımın yerine geçemez. Havayı içerek susuzluğuma son veremem.
Yaşadığıma tanık aramıyorum bunu soranları teselli etmek için bağırıyorum sadece.
Orada bir tanık var mı?
Buna ne zaman birisi yanıt verse çok geç kalınmış olduğunu fark ediyorum. Bütün saatleri yan yana dizselerdi gene de geç kalınırdı.
Ne tanık ne de soranlar gelir cenazelerime. Haftada ben birkaç kez ölürken, ölümlerim cenazelerimden daha çabukken, şahidin tutanağında ölümsüz olacağım yazılıyken, o vakit sorarım: Yaşadığıma tanık var mı?
Ne için uğraştım ben?
Kimse suçlamadı bile öldürdüğümde.
Çaldım, ayıplanmadım.
Annesini ayartıp seviştiğim kadın da ayıplamadı. Ki sadece boş vaktini çalmışım ve şimdi o dünya ahret karım.
Ve en sıcak saatinde günün, zemberek konuşmaya başladı, sadece sıkmaktan ve sıkıştırmaktan usanmıştı.
“Şehrin en ıssız meydanında durup, bir kadın orada beklemeye geldiğinde boşalmak istiyorum.”
Ağaçları aradım.
Kuytuları. Gerçeğin şiire saklandığı en alçak, namussuz anlarda.
Bir fahişe saklanmış gibi sanki şehrin duvağının içine: Para ve sperm aynı kartlardan şifre şifre akıyor.
Meydanda bir banka oturup ıssızlığı bozan kadının ayrık bacaklarını izliyorum. Bacakları geriliyor, zembereğin kullanma kılavuzuyla konuşursam “sıkışıyor”.
Dişi sanırdım zembereği. Bütün varlık nedeni kendi cinsini saklamakken ben onu inip kalkan bir göbek sanmışım.
Gece, kirli vantuzlarıyla lağım sisteminin demir kapaklarını öperken şehrin nüfus memuruyum. İki milyon beş yüz seksen iki bin kafa ve iki milyon beş yüz seksen iki bin bir göbek sayıyorum.
Bunlar sadece uyuyanların. Gözleri açık olanların göbekleri de açıkta.
Her gözde bir altın para. Ölümlülere bir.
Ölülere iki.
Hayatın altını, öncesinde ve sonrasında gözleri sayıyor.