28 Aralık 2008 Pazar

Halil Cibran ve Ben

Çocukken de bir yetişkin olarak okuduğum ve kendimi onda büyümüş bulduğum.
Çölde, elinde bütün vahiylerin değneği, asa olamayan hurma ağaçlarının altına doğru kabarık eteklerini savurarak bir yürüyüşü vardı.
O ve Lisa Amerika’da çok çektiler… Evliydi. O ise bütün sözlerle evli. Kanı akmıyor, konuşuyordu. Damarları Daidalos’un koridorları gibi.
Çekilip kalmış. Yukarda. Tavanarasına benzer bir yerde kitapları bilgelik dağıtıyor güvercinlere. Gökten gelenle yerden başka yere gidemeyen arasında öldürücü gerilimi yutmuş.
Söylemeli. Öylesine ki yerli, özgür olabilsin, ama bir ruhu olduğunu da duysun. Toprağa başını koyduğunda rüzgâr kilidini açsın, tozu kulağına gitsin bir şehir gibi; susulan, ama her şeyin işitildiği şehre.
Adımı verdim başkasına. Onu aldım. On bir harften oluşan bu sandukada bulduğum eski ve boş kâğıtlara, daha önce yazılmış gibi üzerinden geçerek, daha önce onun yazdığı, sözlerin bozduğu ışımaların içinden yürüyüp adımı söyledim. Ben söylerken kalemler yazıyordu. Sustum, sustular. Mürekkebini sözlerimden alan yazı masasında.
Daha uzak bir tepeye konmuş konuşuyorum.
Şehirlerimizi ve kıyılarımızı birbirlerine benzemediği ortadayken bir gemi bütün denizleri ve limanları aynı yapıyor. Gemilerin ve tayfaların uğramadığı, her yere benzeyen ve her yer olmaya cüret eden yalnızlıklar koyu benim şunu anlamama yardım ediyor:
Ey uzak koy! Gövdeni uzat bana ki alabileyim kokusunu deniz fenerlerinin. Kokuyla dönülüyor umutla gidilen yerlerden. Karanlık korkutuyor ölülerimizi. Ölüler, kadınlardan daha da çok bekliyor terk edenleri. Terk edenlerse, kokusuz, rüzgârda yönlerini kaybetmiş, nerden geldiklerini unutmuş ve ne olacağını hatırlamaya çalışırlarken ışıkla beslenen kaderlerine doğru kürek çekiyorlar.

Uzak koy! Ben de kürek çekiyorum. Damarlarıma asılıyorum. Yurdum nerede bu denizler arasında? Denizimi başkasına veren kaderimi başkasına versem. Başkası olsam. Denizler kadar boş baksam geçen güne, martının rüzgârına güvendiği kadar ülkeme dönmekten korkmasam. Bu ayaklarım, sanki ülkemden çok uzakta bacaklarımdan fışkırmış gibi.
Deniz yüzüm, rüzgâr gövdem.
Tepe altımdan denize doğru kayıyor. Taşlar arasında kil topaklarla yazılmış kaderimi buluyorum kaderime doğru yuvarlanırken. İşgal ettiğim toprak az sonra ruhumu karşılayacak limanın dolgusu olacak ve sarsıntı biraz daha sonuma doğru ilerlerken denize daha yer olup olmadığını soruyorum.
Bütün hatırladıklarımla oraya geliyorum. Biber acısına uyanmış, aç ve susuz bir dil daha ne kadar dayanabilir?